Ne kadar geç geri dönüyorum yazmaya.. Bugün 6 Ekim.. Avrupa’nın
ortasında yağmurlu bir gündeyim.. Elhamdulillah çok iyiyim, çayım yanımda, bir
yandan yağmuru ve dışarıda ağaçlara vuran sonbaharı izlerken anlatacağım 12
Eylül’ü, okulumda ilk günümü.. Sonrası daha hızlı ilerleyecek inşallah.. İlk
hafta epey önemliydi benim için, her şeyi anlatma ihtiyacı duydum.
12 Eylül Çarşamba.. O güne kadar geçirdiğim iki gün içerisinde hep kendime “Benim burda ne işim var?” diye sordum.. Ta ki okuluma gidene kadar. Neyse ilk başta olanları anlatayım, sonra yorumlarımı yazarım.
Sabah 7:20’de Mandy beni evden almaya geldi. 7:35 otobüsüyle
binip iş yerine gittik. Kita’ya ulaştım, heyecanla grubumun olduğu 1. kata çıktım
ve nihayet –ne desem onlara bilmiyorum- çocuklarım ve Christin’le tanıştım. Allahım
anlatırken bile heyecanlanıyorum! Çok çok, dünyanın en şanslı insanı gibi
hissediyorum kendimi onlarla iken. 17 tane birbirinden güzel, sarı saçlı, mavi
gözlü, ikisi Rus, biri Kürt ve diğerleri Alman olan, 2-4 yaş arası minikler
vardı karşımda. Babam bana hep bıdıkım der. Ya da bıdıcık filan.. Bundan olsa
gerek onları bıdık diye adlandırıyorum hep. Başka bir şey yakışmıyor sanki.. Canlarım
benim.. Görevim onlara İngilizce öğretmek, bir de Türk kültürünü tabii ki. Yarısı
henüz konuşamıyor bile. Alman olmayanlar 2 yaşında. Evlerinde Almanca
konuşulmadığı için Almanca’yı da Kita’da öğreniyorlar. Benim orada Almanca
konuşmam yasak. Zaten çok bildiğim de söylenemez :D Sebebi de, eğer Almanca
bildiğimi öğrenirlerse benimle hep Almanca iletişime geçmeye çalışırlar. Oysa
şimdi, benimle anlaşmak için onların henüz bilmediği dili konuşmaları
gerektiğini biliyorlar. Bu bizim de hep okulda teorik boyutlarıyla öğrendiğimiz
bir şey zaten. Bu nedenle uygulama kısmı beni çok heyecanlandırdı.
Heyecanlandırıyor hatta, hala. Bir de dil öğrenmek için kritik periyod vardır.
Çocuklar dilleri erken yaşta çok iyi öğrenirler. Bu nedenle yetişkinlerden
ziyade çocuklarla çalışmak, onları gözlemlemek istemiştim hep. Yani tam olarak
istediğim yerde, istediğim kitleyle birlikteyim. Şükürler olsun..
Bütün çocuklar benimle o küçük elleriyle tokalaştılar. Kimi
sarıldı bile hatta. Ben gelmeden önce öyle bir hazırlamışlar ki onları “Eda
gelecek” diye. Beni hiç yadırgamadılar. Ana salonun ortasında bir masa, masanın
üstünde bir küre vardı. Kürede Türkiye’nin bulunduğu kısma üzerinde EDA yazan
bir kağıt yapıştırmışlar. Onlara gönderdiğim tek bir resmim vardı, o resmi
çıkartıp çerçevelemiş ve kürenin yanına koymuşlar. Gördüğümde şok oldum,
neredeyse ağlayacaktım. Gerçekten, o kadar iyi, o kadar sıcak ve beni o kadar
benimseyen insanlarla karşılaştım ki.. Binlerce kez şükürler olsun..
İşte o tablo :) |
Bir saat kadar çocukların garip bakışlarına maruz kalarak oyunlarına
katıldıktan sonra bahçeye çıkma saati geldi. Hep birlikte bahçeye çıktık.
Çocuklar oyunlarını oynadılar, sonra öğretmenler çocukları bir araya toplamaya
başladı. Toplandık. “Mandy’i bekliyoruz” dedi Christin. Neden olduğunu
anlamadım. “Tamam” dedim. Derken Mandy elinde kocaman bir çiçek buketiyle
bahçeye geldi. Almanca bir şeyler söyledi ve beni yanına çağırdı. Buketi bana
verdi. İngilizce “Hoş geldin, burada olduğun için çok mutluyuz” dedi. Sonra ben
de bildiğim sınırlı Almancayla birkaç teşekkür cümlesi söyledim. Daha sonra
çocuklar benim için ezberledikleri şarkıyı söylediler. Pek anlamadım ama
merhaba, hoş geldin temalı bir şeydi. Çok, çok tatlılardı. Daha sonra çocuklar
elleriyle hazırlayıp Türk bayrağı çizdikleri ve elde tutmalık hale getirdikleri
bayrakları birer birer, paytak paytak gelip elime tutuşturdular. Hayatımdaki en
değerli, en önemli anlardandı benim için.. Tutamadım gözyaşlarımı.. Mutluluktan
ağladığım sayılı zamanlardan biriydi.. Şu an bile anlatırken heyecanlanıyorum..
Dünyanın uzak bir yerinden bir yabancı geliyor, birden hayatlarına dalıveriyor,
ama onlar bu insanın nasıl birisi olduğunu bile bilmeden, sorgulamadan seviyor,
sahipleniyorlar. Kendimi yalnız hissetmemem için, yabancılık çekmemem için
ellerinden geleni yapmışlar. Kita’da 200 kadar çocuk var. Hepsi beni sevgiyle
karşıladı. Tamamen yabancı olan birini.. Tamamen yabancı olan birini..
Tamamen..
Bana gitmeden önce “Ne işin var orda? Hadi tamam gidiyorsun,
neden liselilerle filan uğraşmıyorsun? Ömrünün bir yılını seni daha sonra hatırlamayacak
çocuklarla geçireceksin” vs. diyenler oldu. Bütün bunlara cevabım burda. Bu ilk
günde. Ve bir gün bile ayrı kaldığımda özlediğim o 17 çocukta. Çünkü çocuklar
dili çok iyi öğrenirler filan değil. Bu sadece mesleki bir detay. Çocukluk
evrensel.. Çocuklar karşılıksız, sebepsiz ve dürüstçe severler. Onlar beni her
sabah görür görmez koşup sarıldıklarında “Hallo Eda!” dediklerinde, bahçede
düşünce omzumda ağladıklarında, yaralanan ellerini öptüğümde ağlamayı
bıraktıklarında, mutlu olduklarında güneş gibi parlayan gülücüklerini bana
savurduklarında, uyku zamanı geldiğinde başlarını okşayarak gözerinin yavaşça
kapandığını saniye saniye her izleyişimde, en doğal halleriyle sevdiklerinde veya
kızdıklarında ve bunun gibi pek çok eşsiz anda burada olduğum için, bu şansı
Rabbim bana bahşettiği için, onlara bu kadar yaklaşabilmeyi bana nasip ettiği
için dünyanın en şanslı insanı gibi hissediyorum kendimi.. Bütün bunları
yaşadığım her an mutluluktan ağlayacak gibi oluyorum.. İşte bu nedenle o günden
sonra “Benim burda ne işim var?” diye sormadım hiç. İyi ki burdayım. İyi ki
onlarlayım. İyi ki. Ete, kemiğe bürünmüş masum meleklerim benim..
Bu cümleye nasıl başlayacağımı bilemedim. Sildim sildim
yazdım. Nasıl anlatacağımı da bilmiyorum pek.. Bura pek çok şey öğrendim ben..
Çok fazla şey.. Öyle biri var ki bu 17 çocuğun arasında.. Ben onun öğretmeni
olamayacağım belki.. İngilizceye de hiç ihtiyacı yok üstelik.. Ama benim ondan
öğrendiğim ve öğreneceğim çok şey var.. O benim, öğretmenim.. Adını
vermeyeceğim, uygun değil sanırım.. 4 yaşında.. Görmüyor, duymuyor. Epilepsisi
var. Kalbi yavaş çalışıyor. Bedeni o kadar az gelişmiş ki kemikleri her an
kırılacakmış gibi incecik. Kalbi yavaş çalıştığı için bedeni daima soğuk. Ve
çok fazla kasılma nöbetleri geçiriyor. Evet, o benim öğretmenim. Yaşama
mücadelesi veriyor, kendini anlatamıyor, yemek yemek onun için çok büyük, çok
önemli bir olay.. Onda insan bütün dünyayı görebiliyor.. Yakınmaların,
zaafların ne kadar önemsiz olduğunu.. Pek çok şikayetimizin zayıflığımızdan
kaynaklandığını fark ettim bir kez daha.. Şanslıyız diyecek oldum.. Fakat insan
eğer farkında değilse şansının; şanslı diyebilir miyiz gerçekten??
Bilemiyorum.. O bu dünyada tanıdığım herkesten daha güçlü, daha anlamlı, daha özel,
daha olgun ve daha yetişkin benim için.. Nasıl anlatabilirim ki her düşündüğümü,
hissettiğimi.. Genelde olayları uzun uzun anlatabilirim, söyleyecek pek çok
şeyim olabilir konular hakkında.. Ama bu konuda bu kadarını bile zor yazdım..
Çok şey hissedip yarısını bile yazamıyorum.. Sizden bir isteğim var. Onun için
çok dua edin olur mu? Rabbim acı hissettirmesin ona. Hep sızılarını dindirmek
için birilerini vesile kılsın.. Acı olmasın hayatında..
Bu günlük bu kadar.. Yarın muhteşem, efsanevi Alman eğitim
sisteminden, çocukların nasıl eğitildiğinden ve Alman disiplininden
bahsedeceğim :) Hadi şimdilik hoşçakalın, ben yukarıda anlattıklarımı biraz daha
düşüneyim…
satırları ben de duygulanarak okudum edacım.o kadar mutluyum ki senin için. inşallah bundan sonra da her şey çok güzel olur çocuklarınla mutlu mesut yaşar gidersin.liebe grüsse aus der Türkei :)
YanıtlaSilteşkkür ederiiim, inşallah :)
Sil