6 Ekim 2012 Cumartesi

Nihayet! Kita'da ilk günüm


Ne kadar geç geri dönüyorum yazmaya.. Bugün 6 Ekim.. Avrupa’nın ortasında yağmurlu bir gündeyim.. Elhamdulillah çok iyiyim, çayım yanımda, bir yandan yağmuru ve dışarıda ağaçlara vuran sonbaharı izlerken anlatacağım 12 Eylül’ü, okulumda ilk günümü.. Sonrası daha hızlı ilerleyecek inşallah.. İlk hafta epey önemliydi benim için, her şeyi anlatma ihtiyacı duydum.

12 Eylül Çarşamba.. O güne kadar geçirdiğim iki gün içerisinde hep kendime “Benim burda ne işim var?” diye sordum.. Ta ki okuluma gidene kadar. Neyse ilk başta olanları anlatayım, sonra yorumlarımı yazarım.

Sabah 7:20’de Mandy beni evden almaya geldi. 7:35 otobüsüyle binip iş yerine gittik. Kita’ya ulaştım, heyecanla grubumun olduğu 1. kata çıktım ve nihayet –ne desem onlara bilmiyorum- çocuklarım ve Christin’le tanıştım. Allahım anlatırken bile heyecanlanıyorum! Çok çok, dünyanın en şanslı insanı gibi hissediyorum kendimi onlarla iken. 17 tane birbirinden güzel, sarı saçlı, mavi gözlü, ikisi Rus, biri Kürt ve diğerleri Alman olan, 2-4 yaş arası minikler vardı karşımda. Babam bana hep bıdıkım der. Ya da bıdıcık filan.. Bundan olsa gerek onları bıdık diye adlandırıyorum hep. Başka bir şey yakışmıyor sanki.. Canlarım benim.. Görevim onlara İngilizce öğretmek, bir de Türk kültürünü tabii ki. Yarısı henüz konuşamıyor bile. Alman olmayanlar 2 yaşında. Evlerinde Almanca konuşulmadığı için Almanca’yı da Kita’da öğreniyorlar. Benim orada Almanca konuşmam yasak. Zaten çok bildiğim de söylenemez :D Sebebi de, eğer Almanca bildiğimi öğrenirlerse benimle hep Almanca iletişime geçmeye çalışırlar. Oysa şimdi, benimle anlaşmak için onların henüz bilmediği dili konuşmaları gerektiğini biliyorlar. Bu bizim de hep okulda teorik boyutlarıyla öğrendiğimiz bir şey zaten. Bu nedenle uygulama kısmı beni çok heyecanlandırdı. Heyecanlandırıyor hatta, hala. Bir de dil öğrenmek için kritik periyod vardır. Çocuklar dilleri erken yaşta çok iyi öğrenirler. Bu nedenle yetişkinlerden ziyade çocuklarla çalışmak, onları gözlemlemek istemiştim hep. Yani tam olarak istediğim yerde, istediğim kitleyle birlikteyim. Şükürler olsun..

Bütün çocuklar benimle o küçük elleriyle tokalaştılar. Kimi sarıldı bile hatta. Ben gelmeden önce öyle bir hazırlamışlar ki onları “Eda gelecek” diye. Beni hiç yadırgamadılar. Ana salonun ortasında bir masa, masanın üstünde bir küre vardı. Kürede Türkiye’nin bulunduğu kısma üzerinde EDA yazan bir kağıt yapıştırmışlar. Onlara gönderdiğim tek bir resmim vardı, o resmi çıkartıp çerçevelemiş ve kürenin yanına koymuşlar. Gördüğümde şok oldum, neredeyse ağlayacaktım. Gerçekten, o kadar iyi, o kadar sıcak ve beni o kadar benimseyen insanlarla karşılaştım ki.. Binlerce kez şükürler olsun..

İşte o tablo :)

Bir saat kadar çocukların garip bakışlarına maruz kalarak oyunlarına katıldıktan sonra bahçeye çıkma saati geldi. Hep birlikte bahçeye çıktık. Çocuklar oyunlarını oynadılar, sonra öğretmenler çocukları bir araya toplamaya başladı. Toplandık. “Mandy’i bekliyoruz” dedi Christin. Neden olduğunu anlamadım. “Tamam” dedim. Derken Mandy elinde kocaman bir çiçek buketiyle bahçeye geldi. Almanca bir şeyler söyledi ve beni yanına çağırdı. Buketi bana verdi. İngilizce “Hoş geldin, burada olduğun için çok mutluyuz” dedi. Sonra ben de bildiğim sınırlı Almancayla birkaç teşekkür cümlesi söyledim. Daha sonra çocuklar benim için ezberledikleri şarkıyı söylediler. Pek anlamadım ama merhaba, hoş geldin temalı bir şeydi. Çok, çok tatlılardı. Daha sonra çocuklar elleriyle hazırlayıp Türk bayrağı çizdikleri ve elde tutmalık hale getirdikleri bayrakları birer birer, paytak paytak gelip elime tutuşturdular. Hayatımdaki en değerli, en önemli anlardandı benim için.. Tutamadım gözyaşlarımı.. Mutluluktan ağladığım sayılı zamanlardan biriydi.. Şu an bile anlatırken heyecanlanıyorum.. Dünyanın uzak bir yerinden bir yabancı geliyor, birden hayatlarına dalıveriyor, ama onlar bu insanın nasıl birisi olduğunu bile bilmeden, sorgulamadan seviyor, sahipleniyorlar. Kendimi yalnız hissetmemem için, yabancılık çekmemem için ellerinden geleni yapmışlar. Kita’da 200 kadar çocuk var. Hepsi beni sevgiyle karşıladı. Tamamen yabancı olan birini.. Tamamen yabancı olan birini.. Tamamen..

Bana gitmeden önce “Ne işin var orda? Hadi tamam gidiyorsun, neden liselilerle filan uğraşmıyorsun? Ömrünün bir yılını seni daha sonra hatırlamayacak çocuklarla geçireceksin” vs. diyenler oldu. Bütün bunlara cevabım burda. Bu ilk günde. Ve bir gün bile ayrı kaldığımda özlediğim o 17 çocukta. Çünkü çocuklar dili çok iyi öğrenirler filan değil. Bu sadece mesleki bir detay. Çocukluk evrensel.. Çocuklar karşılıksız, sebepsiz ve dürüstçe severler. Onlar beni her sabah görür görmez koşup sarıldıklarında “Hallo Eda!” dediklerinde, bahçede düşünce omzumda ağladıklarında, yaralanan ellerini öptüğümde ağlamayı bıraktıklarında, mutlu olduklarında güneş gibi parlayan gülücüklerini bana savurduklarında, uyku zamanı geldiğinde başlarını okşayarak gözerinin yavaşça kapandığını saniye saniye her izleyişimde, en doğal halleriyle sevdiklerinde veya kızdıklarında ve bunun gibi pek çok eşsiz anda burada olduğum için, bu şansı Rabbim bana bahşettiği için, onlara bu kadar yaklaşabilmeyi bana nasip ettiği için dünyanın en şanslı insanı gibi hissediyorum kendimi.. Bütün bunları yaşadığım her an mutluluktan ağlayacak gibi oluyorum.. İşte bu nedenle o günden sonra “Benim burda ne işim var?” diye sormadım hiç. İyi ki burdayım. İyi ki onlarlayım. İyi ki. Ete, kemiğe bürünmüş masum meleklerim benim..

Bu cümleye nasıl başlayacağımı bilemedim. Sildim sildim yazdım. Nasıl anlatacağımı da bilmiyorum pek.. Bura pek çok şey öğrendim ben.. Çok fazla şey.. Öyle biri var ki bu 17 çocuğun arasında.. Ben onun öğretmeni olamayacağım belki.. İngilizceye de hiç ihtiyacı yok üstelik.. Ama benim ondan öğrendiğim ve öğreneceğim çok şey var.. O benim, öğretmenim.. Adını vermeyeceğim, uygun değil sanırım.. 4 yaşında.. Görmüyor, duymuyor. Epilepsisi var. Kalbi yavaş çalışıyor. Bedeni o kadar az gelişmiş ki kemikleri her an kırılacakmış gibi incecik. Kalbi yavaş çalıştığı için bedeni daima soğuk. Ve çok fazla kasılma nöbetleri geçiriyor. Evet, o benim öğretmenim. Yaşama mücadelesi veriyor, kendini anlatamıyor, yemek yemek onun için çok büyük, çok önemli bir olay.. Onda insan bütün dünyayı görebiliyor.. Yakınmaların, zaafların ne kadar önemsiz olduğunu.. Pek çok şikayetimizin zayıflığımızdan kaynaklandığını fark ettim bir kez daha.. Şanslıyız diyecek oldum.. Fakat insan eğer farkında değilse şansının; şanslı diyebilir miyiz gerçekten?? Bilemiyorum.. O bu dünyada tanıdığım herkesten daha güçlü, daha anlamlı, daha özel, daha olgun ve daha yetişkin benim için.. Nasıl anlatabilirim ki her düşündüğümü, hissettiğimi.. Genelde olayları uzun uzun anlatabilirim, söyleyecek pek çok şeyim olabilir konular hakkında.. Ama bu konuda bu kadarını bile zor yazdım.. Çok şey hissedip yarısını bile yazamıyorum.. Sizden bir isteğim var. Onun için çok dua edin olur mu? Rabbim acı hissettirmesin ona. Hep sızılarını dindirmek için birilerini vesile kılsın.. Acı olmasın hayatında..

Bu günlük bu kadar.. Yarın muhteşem, efsanevi Alman eğitim sisteminden, çocukların nasıl eğitildiğinden ve Alman disiplininden bahsedeceğim :) Hadi şimdilik hoşçakalın, ben yukarıda anlattıklarımı biraz daha düşüneyim…

2 yorum:

  1. satırları ben de duygulanarak okudum edacım.o kadar mutluyum ki senin için. inşallah bundan sonra da her şey çok güzel olur çocuklarınla mutlu mesut yaşar gidersin.liebe grüsse aus der Türkei :)

    YanıtlaSil