21 Ekim 2012 Pazar

"Baps yor neym?" :)


Bugün yazacaklarım için çok heyecanlıyım esasen. Çünkü Kita’da çocuklarımla ne yaptığımdan bahsedeceğim. Hani daha önce demiştim ya 9-10 arası oyun saati diye. Öğretmenler eğitici başka bir şey yapacaklarsa bu saatte yapıyorlar. Ben buraya ilk geldiğim 1 ay hiç bu saati kullanmadım.
Çocuklar bana, konuştuğum dile alışsın diye bekledim. Bu nedenle sadece gün içinde yanlarına gidip konuşmaktı bütün yaptığım. Sabah buluşunca “Good morning”, kahvaltıda ve öğle yemeğinde “Is it delicious, what do we have today, lunch time, breakfast time, do you like banana, are you hungry, are you full” gibi temel diyalog cümlelerini kullandım sürekli beden dilimi de kullanarak. Ve bu sayede, 1 ay sonunda bana “Yes/No”, “Thank you”, “Delicious”, “Good morning” gibi temel cevaplar vermeye başladılar. Bu, anlattıklarımın büyük bir kısmını dinledikleri ve öğrendikleri anlamına geliyordu. Bunun dışında bu 1 ay sonunda, “Go get it, Put it here, Come here, Don’t do that, Stand up, Lay down, Sit down, Close your eyes” gibi talimatlarımın da tümünü anlayıp, söylediklerimi yapar hale geldiler. Ve artık İngilizce ilgilerini çekmeye başlamış olacak ki, her söylediğimi tekrar edip bana kendilerini onaylatma ihtiyacı duyuyorlar. Çocuklar inanılmaz, inanılmaz… Onlarla haftanın 4 günü, günde sadece 4 saat birlikte olmama rağmen, gayet güzel bir mesafe kat ettiler.

Ve eğer benim nihayet Kita’da bir Türk Comenius Dil Asistanı olarak yaptığım somut şeylere gelecek olursak… Bu kısmı ikiye ayıracağım.
  •       Türk kültürünü ve Türkçeyi tanıtmak:

Eh, ben bir Türküm nihayetinde. Onca yol gelip, bizi tanıtmadan olmaz. Hele Almanya’daki Türklerin adeta farklı bi millet gibi yaşadığı düşünülürse.. Bu konuya girmişken bundan da biraz bahsedeyim madem.. Benim yaşadığım muhitte Türkler yaşamıyor. Bu nedenle çokça garip bakışlarla karşılaşıyorum. Almanca kursum Kreuzberg’de. Türklerin ve genelde ortadoğudan göçmenlerin yaşadığı bir muhitte. Nasıl bir fark bu, nasıl.. Kreuzberg, caddeleri aşırı derecede pis ve dağınık olan, hiç tekin görünmeyen, kumarhanelerle dolu bir yer. Benim bulunduğum semt ise Marzahn, gayet düzgün, güvenli, temiz ve zengin bir yer. Bu tablo, Almanların Türkler hakkında neden bu kadar kötü düşündüğünü gösterdi aslında bana. Ne, neyin sonucu bilmiyorum. Yabancılar dışlandıkları için mi böyle olmuşlar; yoksa böyle oldukları için mi dışlanmışlar… Bilmiyorum. Ama öğrenmeyi çok istiyorum. Gördüğüm tablo beni pek üzdü.
Bu uyarıyı Almanca kursumun bulunduğu binada gördüm. Almanca ve Türkçe.. Neden Türkçe acaba..?

Neyse efendim, ben de Türkiye’den gelen bir Türk olarak kendi kültürümü bulunduğum yerde tanıtmak istedim elbette. Bunun için ilk yaptığım şey Türkçe temel tabirleri yazıp Kita’nın çeşitli yerlerine asmak oldu. Çok da güzel oldu :) şimdi beni gören herkes bana “Merhaba” diyor :)

Türkçe & Almanca
Çocuklarla her öğünden önce el ele tutuşup “Guten Apetit” dediğimizi söylemiştim. Bunun İngilizcesi yok. Dolayısıyla ben de her “Guten Apetit”ten sonra “Afiyet olsun” diyorum. Gün gelecek, ben söylemesem bile her yemekten önce “Afiyet olsun” diyecekler inşallah :)

İkinci olarak yavrucuklarıma ve iş arkadaşlarıma Türk kahvaltısı hazırladım. Almanların kahvaltısı genelde ekmeğin üzerine salam, sosis, et, marmelat koyup yemek şeklinde oluyor. Eh, ben de bir Türk kahvaltısı görsünler istedim. Domates, salatalık, bal, kaymak, omlet, tahin-pekmez, siyah zeytin ve peynir ile ağızlara layık bir kahvaltı hazırladım :) Hepsini çok beğendiler. Çocuklarım ise en çok bal-kaymağı sevdiler. Çocukluk cidden evrensel, değil mi? :)
Bu kare Türk kahvaltısından..

Hani Mısır Çarşısı’nda satılan 5’li 10’lu baharatlar var ya, buraya gelirken onlardan almıştım. Henüz oturup tanıtmadım ama, grubumuzun panosuna astım. Arada bir merak eden çocuklar oluyor, onlarla birlikte kısaca inceliyoruz.

Çeşit çeşit baharatlarımız. Çoğunun neyde kullanıldığını ben bile bilmiyorum :D

“Herkese bir kahve” kampanyası! :) Türkiye’deyken metal, kapaklı fincanlardan ve lokumluklardan almıştım, ha tabi bir de bakır cezve. Ayrıca lokum ve Türk kahvesi de getirdim. Ama kaplarım tek kişilik olduğu için toplu ikram yapamıyorum. Bu nedenle çocukla öğle uykusundayken, her gün farklı bir öğretmene kahve pişiriyor, lokumla birlikte ikram ediyorum. Christin’le başladık, patronumla devam ettik. Evde de Çinli arkadaşıma ve Türkiye’den gelen fakat bizim yurtta kalan iki arkadaşıma o mis kokan kahvemizden ikram edebildim. Bu kampanya hala devam ediyor, her gün farklı birine servis yapmaya devam ediyorum :) İngilizce bilenlere de kahvesini içerken kız isteme geleneğimizi anlatıyorum. Çok da sevdiler kahvemizi, lokumlarımızı..

Hazırladığım ilk Türk kahvesi ve lokum paketi :) Neden kapaklarını açmamışım ki ben bunların? :D

Türk kahvaltısı yaptığımız gün ben onlarla ilk dersimi yaptım. Çok heyecanlandım. Çünkü muhatabınız çocuklar olunca, hele ki 2-4 yaş arasındaki çocuklar; işte o zaman hiçbir şeyi önceden kestiremiyorsunuz. Kendimi dinletemem, yeterince ilgilerini çekemem, sıkılırlar, benden koparlar vs. gibi bir sürü endişem vardı. Bu nedenle çok heyecanlıydım. Neyse, aldım büyük dünya küresini elime, oturdum karşılarına.. Başladım İngilizce anlatmaya: “Kimim ben? Adım ne? Eda.. Hmm.. Bakın bu küreye. Ben çok uzak yollardan geldim. Bakın işte buradan. Neresi orası? Türkiye. Benim evim. Ve biz burdayız. Almanya’da. Uzak, değil mi?” Kartpostallarımı çıkardım, İstanbul’un resimlerini göstermeye başladım ve anlattım. Sonrasında Türk bayrağı çıkardım. “Bu ne?” Emily cevapladı: ”Ein Flag” :)) Ve sonra bayrağı tanıtmaya devam ettim. Böylece ilk dersimi bitirmiş oldum.

Gün sonunda Mandy aktivite ile ilgili oldukça olumlu yorumlar yaptı. Çocukların bana cevap vermesi beni dinlediklerini gösterirmiş, ki bu epey zormuş. Çünkü onlar her zaman canlarının istediklerini yaparmış. Bu konuda çok haklı. Çünkü cidden siz bir şey anlatırken kalkıp gidebiliyor, ya da çok hazırlanmışken başka bir şey yapmak isteyebiliyorlar. Yani bu işte patron onlar. Garip.. Gün sonunda bıcır bıcır 2 yaşındaki afacanlar beni dinledi diye benden mutlusu yoktu. Onların arkadaşı olabilmek zor, ama çok değerli. Artık biliyorum, onlar Edalarını seviyorlar, bu nedenle dinliyorlar.

Çocuklar inanılmaz.. Cidden.. Çok çabuk öğreniyorlar. 1 ayda epey gelişme kat ettiler. Bu büyüleyici.. Fakat ondan daha da önemlisi, onlarla yaşanılan ilişkinin dürüstlüğü. Severlerse karşılıksız seviyorlar ve bunu gösteriyorlar. Sevmezlerse bunu da hiçbir yetişkinin yapmayacağı bir biçimde açık açık gösteriyorlar. Onları kazanmak zaman alıyor. Fakat kazandığınızda dünyanın en büyük hediyesini elde etmiş oluyorsunuz: Bir çocuğun katıksız sevgisi. Yani şu an benden mutlusu yok :)

Bizden mutlusu yok :)

  •   İngilizce öğretmek

İngilizce öğretme amaçlı yaptığım ilk dersten bahsedeceğim şimdi. Ben çok eğlendim, çocuklar da öyle. Ama yine aynı korku vardı içimde ya giderlerseeee? :) Yahu bir de patronum, Christin ve Ela da izliyordu beni, o korku ve heyecan ne kadar oldu, siz düşünün. 500 kişinin önünde program sundum daha önce ama hiç bu kadar heyecanlanmadım :D

Dersimizin konusu “What’s your name?” idi. Bir gün için bu diyalog yeterliydi. Bunun için önce biraz ortamı ısıttım, “Benim ismim ne?” filan dedim. Eda olduğumu söyledim tekrar. Sonra “Hadi ayağa kalkalım birlikte şarkı söyleyelim” dedim ve bu şarkıyı dinledik, oynadık, dans ettik, eşlik ettik. 3 kere dinledik, ben her bir “My name is …”de bir çocuğu yanıma alıp ismini söyledim. Biraz içeriği anlasınlar diye. Sonrasında önceki derste de gösterdiğim küreyi getirdim önlerine. Kürenin ne olduğunu bir kez daha söyledik. Sonrasında ben dünya şeklindeki küçük sünger topumu çıkardım. O top kürenin küçüğü gibiydi. Biraz şaşırtmak ve bağlamak istedim. Sonra bir oyun oynayacağımızı söyledim. Topu havaya kaldırdım ve “My name is Eda” dedim. Sonra topu birine attım “What’s your name?” diye sordum. İlk başlarda onlara yardım ettim “My name is…” diye. Ama sonradan oyun kendiliğinden aktı. “What’s your name?” diye sormaya bile başladılar. Böylece bayağı oynadıktan ve her çocuğun kendi ismini söyleyebildiğinden emin olduktan sonra şarkıyı bir kez daha açtım, bu sefer eşlik ederek söyledik hep birlikte. Sonuna kadar bana katıldılar, bu beni çok mutlu etti. En sonunda Christin yanıma geldi ve “Edaaa! Bu harika! Hepsi katıldı, konuştuuu” dedi. Ben de çok mutlu olduğumu söyledim.

Sonra çocuklar günün geri kalanında sürekli “What’s your name?” ya da “My name is…” demeye başladılar :D Alex diye 2 yaşında bir bıdık var. Kendisi Rus. Almancayı da Kita’da öğreniyor. Annesi Alex’i almaya geldi, Alex annesine “Baps yor neym” “Baps yor neym” demeye başladı. O anı unutamam herhalde. Annesi şok oldu, biz de biraz şaşırdık sonra ne demeye çalıştığını anladık. Bu 2 yaşındaki Alex’in “What’s your name?” deme şekli idi :D

Bu ders de böylece bitmiş oldu… Ben çok mutlu oldum, emeklerinin karşılığını alabilmek çok çok güzel bir duygu. Bunun için 1 ay beklemiş olsam da.. İlk baştaki o tepkisizlik, cevapsızlık çok şevkini kırıyor insanın fakat nihayetinde görüyorsunuz ki ne verirseniz alıyor onlar.. Tam hayal ettiğim gibi.. Ve bir “Baps yor neym” için, değiyor yaptığınız her şey, verdiğiniz bütün emekler.. :)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder