Gelelim ikinci güne.. Aman Allah’ım daha ikinci günde miyim?
Yazacak ne kadar çok şey varmış! Sanırım bundan sonraki her gün bu kadar yoğun
olmayacak ama, ne de olsa ilk zamanlar her zaman en zordur. Dünyaya yeni gelen
bir bebek gibi, her şeye sıfırdan başlamak, adapte olmak, gördüğün her ağaca
bile şaşırmak olaylı bir şey. İkinci günüm o yeni doğan bebeğin –biraz hızlıca
da olsa- yürümeye başlaması gibi bir şey.. Pek koşturmacalı ve olaylı geçti
yine. Aman Allah daha büyük dertler vermesin diyorum yine de, olacak böyle
şeyler elbet, yürümek yeni başlayanlar için pek de kolay değil nasıl olsa..
İkinci gün için ilk vazifem daha önce de söylediğim gibi iki
vesaitle tek başıma yurt sözleşmemi imzalayacağım yere gitmekti, ah tabi kendi
başıma! Mandy sağ olsun elime Google Maps’ten çıkardığı gayet detaylı bir toplu
taşıma çizelgesi tutuşturdu. Gördüklerim karşısında şoka uğradım ama bunu belli
etmemeye çalıştım. Sabah 9:12’de yurdun önünden otobüse binip 9:17’de ineceğim
ve sonrasında 9:21’de trene bineceğim yazıyordu. Baya bir güldürdü bu tablo
beni “Hadi ordan!” dedim ama bakalım gerçekten gelecek mi diye 9:12’de otobüs
durağına gittim. Gerçekten bir dakika bile gecikmeden geldi otobüs. Ara
duraktan bindiğim halde. Yahu biz güney durakta 10 dk. otururuz 559C ya iki dk.
sonra gelir ya da 15 dk. sonra. O heyecandır bizi yaşatan: gördüğümüz her
59R’nin 559C olduğunu ummak… Meğer bu insanların işe başlama saatleri dahil
bütün hayatları böyle ayarlanmaktaymış. Mandy ertesi gün iş yerinde 7:53’te
başlayacağını söylediğinde epey gülmüştüm ama o çok ciddiydi. Otobüslere geri
dönecek olursak, bu dakiklik ve seyreklik beni sonraki günlerde epey sıkıntıya
soktu. Otobüsler en az 20 dk.da bir geliyor. Çok sıkıntılı. Bir de kaçta
geleceğini durağa gidince görüyorsunuz ya, geçmiyor zaman. Arabayı 2 dk. önce
kaçırmış oluyorsunuz filan. Ha bir de, her otobüs farklı farklı duraklarda
duruyor. Kocaman bi durak yapmışlar, ama sadece 194 geçebiliyor. Eğer X69’a
bineceksen az ilerdeki durağa kadar yürümen gerekiyor. Yahu bir durak var
zaten, tepe tepe kullan onu, dursun bütün arabalar. Her yeni gün yeni yeni
zorluklar, alışmam gereken yüzlerce şey. Medeniyet pek bi mekanik çıktı. Ben kendi
kaosumu tercih ederim. 12:20’de yola çıkan 43R’nin Beşiktaş durağından ne zaman
geçeceğini o saatteki trafiği cartı curtu hesaba katarak kendim tahmin etmek
isterim. Bizim için o 12:20’yi bilmek
bile büyük bir ayrıcalık, öyle değil mi?
Burada sanırım yaşamın temelinde bu düzen yatıyor. Devlet,
yetkililer sizin için zaten her şeyi düşünmüş; her şeyi. Yollar düzgün, hayat
dakik, her şeyin ama her şeyin yerleşik bir kuralı var. Hiçbir durum için B
planına ihtiyacınız yok. Hal böyle olunca düşünme gereksinimi de olmuyor çok
fazla. Bir makine gibi çalışıyor, yaşıyorsunuz. Bilmiyorum çok mu acımasız
oluyorum ama benim gözlemim böyle. Bu nedenle bu kusursuz(!) sistemde en ufak
bir sorun olunca kıyamet kopuyor, insanlar ne yapacağını şaşırıyor ve
afallıyor. Bu nedenle dakiklik çok çok önemli. Biz milletçe pek öyle değiliz.
Hani derler ya Türkler çok kıvrak zekalı vs. diye; büyük ölçüde doğru. Çünkü
biz pek çok zaman problemlerle karşılaşıyoruz ve çözümü kendimiz üretmek
durumunda kalıyoruz. Her zaman bir B planına ihtiyacımız oluyor. Erdal
Demirkıran’ın bir videosu var, tam olarak bu anlattığım şeyden de bahsediyor,
Almanya’da yaşadığı bir olayı da anlatmış. Ben apaçık böyle bir tecrübe
edinmedim henüz ama derinden hissedebiliyorsunuz bütün bu düzen içinde. Bu yüzden,
ben ülkemi de kaosumu da seviyorum.
Medeniyetler diyarında her şeyin bir bedeli, ücreti var,
marketten aldığınız poşetin bile… Hani Türkiye’de hep 6,99 olayından şikayet
eder dururuz ya, niye 7 değildir o? 1 kuruşu neden asla bize geri vermezler? O
1 kuruşlar bizim için küçük ama satıcılar için pek çok 1 kuruş bir araya gelip
servet oluşturuyor filan.. Burda 1 kuruşlarınız veriliyor. Sıkıysa vermesinler :) Bu nedenle sanırım bir
Alman Türkiye’ye gelip 6,99’luk bi alışveriş yaptığında geri alamadığı para üstü
için kıyameti koparır. İyi mi kötü mü bilmiyorum. Ben de Türkiye’deyken bundan
şikayet eder dururdum. Bir tarafın rızası bir tarafın suskunluğu dahilinde
oluşan aleni dolandırıcılık… Ama bilmiyorum. Yine de benim büyüdüğüm yerde
marketten bir alışveriş yaptığınızda kasada 5 kuruş yoksa “Abim 5 kuruşum yok
be, bi sakız al sen” diyen satıcılar var. Yoldan geçen çocuğa bir lolipop verip
ona kucak dolusu mutluluk veren bakkal amcalar var. Fakat ne yazık… Onlar da
bir bir azalıyorlar. Medeniyet sıcak sıcak dokunuyor sihirli değneğiyle
omuzlarımıza. Ve ne yalan söyleyeyim, ben bundan hiç de hoşnut değilim. Burda
markete gidip su ve ekmek almak için otobüse binip alışveriş merkezine gitmek
durumundayım. Şansım varsa otobüs beni bekletmeden gelir; şansım yoksa en az 20
dk. beklerim. Ve zamanın çok çok kıymetli olduğu bu düzenli diyarda bir ekmek
ve su alışverişi için 1 saatim gitmiş olur.
Neden hep marketlerden bahsettim bilmiyorum. Her gün
uğradığım ve her uğrayışımda farklı şeyler öğrendiğim ve bütün topluma genelleyebildiğim
verilere ulaştığım yerler oldukları içindir belki.. Burada bir de su meselesi
var. Sular üçe arılıyor: bildiğimiz maden suyu, orta asitli maden suyu ve
bildiğimiz su. 20 litreliği geçtim 5 litrelik bile şişe yok. 1,5 luklar var.
Çok garip, insanlar o bizim küçük şişelerle aldığımız maden suyunu normal su
gibi tüketebiliyorlar. Ah tabi bir de şundan bahsetmeliyim: burda her şeyin ama
her şeyin içine bir şey katılmış versiyonu da var. Vişneli normal su bile var.
Bu nedenle ilk markete gittiğimde “su, bildiğin su” almak için baya
uğraşmıştım. Ve her seferinde 1,5 litrelik su alma sıkıntısı var tabi. Bu
konuda da yeni bir şey öğrendim, geri dönüşümde Hitler’in izleri görülmekte
bence. 1,5 litrelik su 19 cent. Fakat şişe için 25 cent daha ödemek durumundasınız.
Yani aldığınız su ilk etapta 44 cente mal oluyor. Boş şişeyi markete götürüp
geri dönüşüm makinesine attığınızda o 25 centi para fişi olarak geri
alıyorsunuz. Böyle bir döngü söz konusu. Bence adeta zulüm. Yanınızda 3-5 tane
şişe taşıyıp fellik fellik geri dönüşüm makinesi aramak. Teşvik yerine
mecburiyet. Bizim hiç mi hiç haz etmediğimiz bir usul. Bu beni burda baya bir
zorluyor. Poşet ve su probleminden dolayı daima sırt çantasıyla dolaşıyorum.
Hazır marketlerden konu açılmışken, 1 Euro’yu 1 TL gibi
düşündüğünüzde hayat baya ucuz oluyor. Teknolojiden gıdaya her konuda. 20€’ya
renkli ekran Samsung telefon gördüm mesela. Çok komik bir fiyat bu bizim için.
Gıdada da aynı şey söz konusu. Markete giriyorum bir sürü şey alıyorum 10€
tutuyor. Bizim Hisarüstü’nde birkaç kg sebze meyve alınca 10 TL tutuyor zaten.
Ayrıca deterjanlar, şampuanlar, diş macunları filan da aynı şekilde. Çok ucuz.
Yalnız bu ultra çeşitlilik mi desem aç gözlülük mü desem
bilemedim, bu durum yüzünden alışverişlerim çok çok uzun sürüyor. Elimde sözlük
15 dakikada ancak bir peynir seçebiliyorum. Yoğurt bizdendir mesela, ama sade
yoğurdun yanında 10 çeşit daha meyveli yoğurt var. Aynı su gibi, var olan her
şeyin bir sadesi bi de bir şeylisi var, en az 5 çeşit. Ah hayat çok zor..
Burdaki her şeyin ama her şeyin bir de hazırı olduğunu
söylemiş miydim? Hazır salatalar, ayıklanmış balıklar, pişirilmiş yemekler,
pastalar, börekler… Her şey ama her şey mevcut. Sadece marketten alıyor; ya
karıştırıyor ya da ısıtıyorsunuz ve işte karşınızda bir öğün! Bunun sebebini
sordum, ilginç bir cevap aldım bir diğer iş arkadaşım Christin’den: “Almanlar
için vakit çok kıymetlidir, yapacak pek çok şey olduğundan yemek yapmak ve
yemek için çok az vakit ayırırız. Bu nedenle marketlerde her şeyin hazırı var.”
Gerçekten de öyle. Pek çok insan yolda, orda burda yiyor yemeğini. Aile kavramı
bizde çok önemlidir ya hani, onlarda pek öyle değil.. Bu apayrı bir konu zaten.
Ama yemek alışkanlıkları da bu nedenle pek önemli değil gibi görünüyor.
Konuyu epey saptırmışım, ben en son zor geçen yetişkin
günümden bahsediyordum. Ah ah.. Toplu taşıma pek güzel, Berlin’de trenler toplu taşımanın çok büyük bir
kısmını teşkil ediyor. Burda 1 saat yolculuk yapmak “çok fazla, çok uzun”
olarak görülüyor. Ben de bir doz İstanbul tavsiye ettim bana böyle
söyleyenlere. Almanya’nın bir ucundan diğerine geçmek 5 saat alıyormuş.
Türkiye’de ise 24 saat :).
Bir de trafik anlayışları var tabi. Christin beni İKEA’ya götürmüştü bir gün
arabasıyla. İş çıkış saatine denk geldik. Hoş burada net bir iş çıkış saati de
yok ya neyse. “Burda trafiğin durumu nedir? Sizin de başınızın belası mı?” diye
sordum. “Evet, cidden sıkıntı bizim için çok var. Bak mesela bu trafik çok.”
dedi bana. Kimse kızmasın darılmasın ama o “çok” olan trafik Beşiktaş-Taksim
arasının gece 3’teki hali gibi bir şeydi.
Toplu taşıma diyorduk en son değil mi? Dakikası dakikasına
gelen otobüslerden ve trenlerden ağzım açık bir şekilde inmiş bir halde yurt
ana binasına doğru yol aldım. Binayı bulmak hiç zor olmadı. Ama girişi bulmak
epey, epey zordu. Nasıl desem, boşu boşuna 11 kat çıkıp inmek zorunda kaldım.
Daha fazla devam edemeyeceğim bu tatsız konuya, detayları da anlatmayacağım
dolayısıyla. O anları tekrar tekrar yaşıyorum. O 11 kattan çıkardığım ders
özetle şuydu: Almanca bilmeyen dilin cezasını ayaklar çeker. Neyse nihayetinde
kazasız belasız kontratı imzaladım, yurduma döndüm filan lakin o binada karşılaştığım
tepkiler pek hoş değildi. Bi memur abiye “İngilizce biliyor musunuz?” diye
sordum ve aldığım cevap çatık kaşlı bir “Deutsch in Deutschland!” (Almanya’da
Almanca konuşulur!) idi.
İşte bunlar her yerde olan tren istasyonları: Bahnhof'lar |
Bu mu? Oralarda gördüğüm ilk alışveriş merkeziydi :) |
O sistemli ve dakik trenlere gidiş yolu |
Bunları da belirttikten sonra yurduma gelebilirim artık.
Markete gideyim dedim, yine bir keşif. Zaten alışverişler zor geçiyor benim
için, elimde sözlük bir saat kabından ne olduğunu tanıyamadığım şeylerin
içindekiler kısmına bakıyorum filan. Hala değişmedim, hep keşif durumundayım.
Markete giderken tin tin fotoğraf makinemi de aldım elime, bomboş sokaklarda memleketimin mimarlarına da numune olsun diye birbirinden güzel, şirin SİMS evlerinin fotoğraflarını çekeyim dedim. Ben usul
usul giderken balkondan yaşlı bi teyze çıkıp bana bağırmaya başladı. Ne
dediğini anlamadım ama fotoğraf çekmemle alakalı olduğu kesindi. Benim elim
ayağıma dolaştı, kanun-kural da bilmediğimden huylarına gidip el kol
hareketleriyle “Tamam teyze siliyorum sakin ol” demeye çalıştım ama nafile.
Kadın susmadı. Sonra kocası geldi, beni köpek kovar gibi kovdu evin önünden. Yine de silmedim hiçbir fotoğrafı yayınlayacağım hepsini bana ne. Zaten sonradan öğrendim ki yasa dışı bir şey yokmuş bunda. İnsanları izinleri olmadan ya da dükkanların içlerini filan çekersek suçmuş. Ama benim yaptığımda sorun teşkil eden bir unsur yokmuş. Hala pişmanım, o kadının yüzüne Türkçe ağzıma geleni söylemediğim için..! Böylece daha ikinci günden geri saymalara başlamıştım.
Zaten internetim, telefonum, biletim, … hiçbir şeyim yoktu, kendimi epey kötü
hissediyordum. Bu satırlar Elif’ime (Vurucular) gelsin, oturup My Girl’ü ve
İtazurana’yı izledim tekrar. Bu hislerle günü tamamladım. Bugünlük bu kadar yeter, devam edeceğim. Ama
bundan sonrası bu kadar kasvetli gelişmedi. Ertesi gün yani Çarşamba günü
Kita’ya ilk defa gittim, çocuklarımla ve iş arkadaşlarımla tanıştım. Fakat bu
olayı bu yazıda ziyan etmek istemiyorum. Bu deneyimler apayrı benim için..
Apayrı..
İşte fotoğraflarını çekebilmek uğruna başımı ortaya koyduğum evler :) |
O evler, o evler.. Elif bunlardan yapmalısııınn! |
Bu biraz saçma bir açı olmuş uğruna başımı feda etmeye değmez :) |
Bomboşş yollar! Yasa dışı hiçbir durum yok.. |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder