24 Eylül 2012 Pazartesi

Comenius serüveni vol.2 :)


Gelelim ikinci güne.. Aman Allah’ım daha ikinci günde miyim? Yazacak ne kadar çok şey varmış! Sanırım bundan sonraki her gün bu kadar yoğun olmayacak ama, ne de olsa ilk zamanlar her zaman en zordur. Dünyaya yeni gelen bir bebek gibi, her şeye sıfırdan başlamak, adapte olmak, gördüğün her ağaca bile şaşırmak olaylı bir şey. İkinci günüm o yeni doğan bebeğin –biraz hızlıca da olsa- yürümeye başlaması gibi bir şey.. Pek koşturmacalı ve olaylı geçti yine. Aman Allah daha büyük dertler vermesin diyorum yine de, olacak böyle şeyler elbet, yürümek yeni başlayanlar için pek de kolay değil nasıl olsa..


İkinci gün için ilk vazifem daha önce de söylediğim gibi iki vesaitle tek başıma yurt sözleşmemi imzalayacağım yere gitmekti, ah tabi kendi başıma! Mandy sağ olsun elime Google Maps’ten çıkardığı gayet detaylı bir toplu taşıma çizelgesi tutuşturdu. Gördüklerim karşısında şoka uğradım ama bunu belli etmemeye çalıştım. Sabah 9:12’de yurdun önünden otobüse binip 9:17’de ineceğim ve sonrasında 9:21’de trene bineceğim yazıyordu. Baya bir güldürdü bu tablo beni “Hadi ordan!” dedim ama bakalım gerçekten gelecek mi diye 9:12’de otobüs durağına gittim. Gerçekten bir dakika bile gecikmeden geldi otobüs. Ara duraktan bindiğim halde. Yahu biz güney durakta 10 dk. otururuz 559C ya iki dk. sonra gelir ya da 15 dk. sonra. O heyecandır bizi yaşatan: gördüğümüz her 59R’nin 559C olduğunu ummak… Meğer bu insanların işe başlama saatleri dahil bütün hayatları böyle ayarlanmaktaymış. Mandy ertesi gün iş yerinde 7:53’te başlayacağını söylediğinde epey gülmüştüm ama o çok ciddiydi. Otobüslere geri dönecek olursak, bu dakiklik ve seyreklik beni sonraki günlerde epey sıkıntıya soktu. Otobüsler en az 20 dk.da bir geliyor. Çok sıkıntılı. Bir de kaçta geleceğini durağa gidince görüyorsunuz ya, geçmiyor zaman. Arabayı 2 dk. önce kaçırmış oluyorsunuz filan. Ha bir de, her otobüs farklı farklı duraklarda duruyor. Kocaman bi durak yapmışlar, ama sadece 194 geçebiliyor. Eğer X69’a bineceksen az ilerdeki durağa kadar yürümen gerekiyor. Yahu bir durak var zaten, tepe tepe kullan onu, dursun bütün arabalar. Her yeni gün yeni yeni zorluklar, alışmam gereken yüzlerce şey. Medeniyet pek bi mekanik çıktı. Ben kendi kaosumu tercih ederim. 12:20’de yola çıkan 43R’nin Beşiktaş durağından ne zaman geçeceğini o saatteki trafiği cartı curtu hesaba katarak kendim tahmin etmek isterim.  Bizim için o 12:20’yi bilmek bile büyük bir ayrıcalık, öyle değil mi?

Burada sanırım yaşamın temelinde bu düzen yatıyor. Devlet, yetkililer sizin için zaten her şeyi düşünmüş; her şeyi. Yollar düzgün, hayat dakik, her şeyin ama her şeyin yerleşik bir kuralı var. Hiçbir durum için B planına ihtiyacınız yok. Hal böyle olunca düşünme gereksinimi de olmuyor çok fazla. Bir makine gibi çalışıyor, yaşıyorsunuz. Bilmiyorum çok mu acımasız oluyorum ama benim gözlemim böyle. Bu nedenle bu kusursuz(!) sistemde en ufak bir sorun olunca kıyamet kopuyor, insanlar ne yapacağını şaşırıyor ve afallıyor. Bu nedenle dakiklik çok çok önemli. Biz milletçe pek öyle değiliz. Hani derler ya Türkler çok kıvrak zekalı vs. diye; büyük ölçüde doğru. Çünkü biz pek çok zaman problemlerle karşılaşıyoruz ve çözümü kendimiz üretmek durumunda kalıyoruz. Her zaman bir B planına ihtiyacımız oluyor. Erdal Demirkıran’ın bir videosu var, tam olarak bu anlattığım şeyden de bahsediyor, Almanya’da yaşadığı bir olayı da anlatmış. Ben apaçık böyle bir tecrübe edinmedim henüz ama derinden hissedebiliyorsunuz bütün bu düzen içinde. Bu yüzden, ben ülkemi de kaosumu da seviyorum.

Medeniyetler diyarında her şeyin bir bedeli, ücreti var, marketten aldığınız poşetin bile… Hani Türkiye’de hep 6,99 olayından şikayet eder dururuz ya, niye 7 değildir o? 1 kuruşu neden asla bize geri vermezler? O 1 kuruşlar bizim için küçük ama satıcılar için pek çok 1 kuruş bir araya gelip servet oluşturuyor filan.. Burda 1 kuruşlarınız veriliyor. Sıkıysa vermesinler :) Bu nedenle sanırım bir Alman Türkiye’ye gelip 6,99’luk bi alışveriş yaptığında geri alamadığı para üstü için kıyameti koparır. İyi mi kötü mü bilmiyorum. Ben de Türkiye’deyken bundan şikayet eder dururdum. Bir tarafın rızası bir tarafın suskunluğu dahilinde oluşan aleni dolandırıcılık… Ama bilmiyorum. Yine de benim büyüdüğüm yerde marketten bir alışveriş yaptığınızda kasada 5 kuruş yoksa “Abim 5 kuruşum yok be, bi sakız al sen” diyen satıcılar var. Yoldan geçen çocuğa bir lolipop verip ona kucak dolusu mutluluk veren bakkal amcalar var. Fakat ne yazık… Onlar da bir bir azalıyorlar. Medeniyet sıcak sıcak dokunuyor sihirli değneğiyle omuzlarımıza. Ve ne yalan söyleyeyim, ben bundan hiç de hoşnut değilim. Burda markete gidip su ve ekmek almak için otobüse binip alışveriş merkezine gitmek durumundayım. Şansım varsa otobüs beni bekletmeden gelir; şansım yoksa en az 20 dk. beklerim. Ve zamanın çok çok kıymetli olduğu bu düzenli diyarda bir ekmek ve su alışverişi için 1 saatim gitmiş olur.

Neden hep marketlerden bahsettim bilmiyorum. Her gün uğradığım ve her uğrayışımda farklı şeyler öğrendiğim ve bütün topluma genelleyebildiğim verilere ulaştığım yerler oldukları içindir belki.. Burada bir de su meselesi var. Sular üçe arılıyor: bildiğimiz maden suyu, orta asitli maden suyu ve bildiğimiz su. 20 litreliği geçtim 5 litrelik bile şişe yok. 1,5 luklar var. Çok garip, insanlar o bizim küçük şişelerle aldığımız maden suyunu normal su gibi tüketebiliyorlar. Ah tabi bir de şundan bahsetmeliyim: burda her şeyin ama her şeyin içine bir şey katılmış versiyonu da var. Vişneli normal su bile var. Bu nedenle ilk markete gittiğimde “su, bildiğin su” almak için baya uğraşmıştım. Ve her seferinde 1,5 litrelik su alma sıkıntısı var tabi. Bu konuda da yeni bir şey öğrendim, geri dönüşümde Hitler’in izleri görülmekte bence. 1,5 litrelik su 19 cent. Fakat şişe için 25 cent daha ödemek durumundasınız. Yani aldığınız su ilk etapta 44 cente mal oluyor. Boş şişeyi markete götürüp geri dönüşüm makinesine attığınızda o 25 centi para fişi olarak geri alıyorsunuz. Böyle bir döngü söz konusu. Bence adeta zulüm. Yanınızda 3-5 tane şişe taşıyıp fellik fellik geri dönüşüm makinesi aramak. Teşvik yerine mecburiyet. Bizim hiç mi hiç haz etmediğimiz bir usul. Bu beni burda baya bir zorluyor. Poşet ve su probleminden dolayı daima sırt çantasıyla dolaşıyorum.

Hazır marketlerden konu açılmışken, 1 Euro’yu 1 TL gibi düşündüğünüzde hayat baya ucuz oluyor. Teknolojiden gıdaya her konuda. 20€’ya renkli ekran Samsung telefon gördüm mesela. Çok komik bir fiyat bu bizim için. Gıdada da aynı şey söz konusu. Markete giriyorum bir sürü şey alıyorum 10€ tutuyor. Bizim Hisarüstü’nde birkaç kg sebze meyve alınca 10 TL tutuyor zaten. Ayrıca deterjanlar, şampuanlar, diş macunları filan da aynı şekilde. Çok ucuz.

Yalnız bu ultra çeşitlilik mi desem aç gözlülük mü desem bilemedim, bu durum yüzünden alışverişlerim çok çok uzun sürüyor. Elimde sözlük 15 dakikada ancak bir peynir seçebiliyorum. Yoğurt bizdendir mesela, ama sade yoğurdun yanında 10 çeşit daha meyveli yoğurt var. Aynı su gibi, var olan her şeyin bir sadesi bi de bir şeylisi var, en az 5 çeşit. Ah hayat çok zor.. 

Burdaki her şeyin ama her şeyin bir de hazırı olduğunu söylemiş miydim? Hazır salatalar, ayıklanmış balıklar, pişirilmiş yemekler, pastalar, börekler… Her şey ama her şey mevcut. Sadece marketten alıyor; ya karıştırıyor ya da ısıtıyorsunuz ve işte karşınızda bir öğün! Bunun sebebini sordum, ilginç bir cevap aldım bir diğer iş arkadaşım Christin’den: “Almanlar için vakit çok kıymetlidir, yapacak pek çok şey olduğundan yemek yapmak ve yemek için çok az vakit ayırırız. Bu nedenle marketlerde her şeyin hazırı var.” Gerçekten de öyle. Pek çok insan yolda, orda burda yiyor yemeğini. Aile kavramı bizde çok önemlidir ya hani, onlarda pek öyle değil.. Bu apayrı bir konu zaten. Ama yemek alışkanlıkları da bu nedenle pek önemli değil gibi görünüyor.

Konuyu epey saptırmışım, ben en son zor geçen yetişkin günümden bahsediyordum. Ah ah.. Toplu taşıma pek güzel, Berlin’de trenler toplu taşımanın çok büyük bir kısmını teşkil ediyor. Burda 1 saat yolculuk yapmak “çok fazla, çok uzun” olarak görülüyor. Ben de bir doz İstanbul tavsiye ettim bana böyle söyleyenlere. Almanya’nın bir ucundan diğerine geçmek 5 saat alıyormuş. Türkiye’de ise 24 saat :). Bir de trafik anlayışları var tabi. Christin beni İKEA’ya götürmüştü bir gün arabasıyla. İş çıkış saatine denk geldik. Hoş burada net bir iş çıkış saati de yok ya neyse. “Burda trafiğin durumu nedir? Sizin de başınızın belası mı?” diye sordum. “Evet, cidden sıkıntı bizim için çok var. Bak mesela bu trafik çok.” dedi bana. Kimse kızmasın darılmasın ama o “çok” olan trafik Beşiktaş-Taksim arasının gece 3’teki hali gibi bir şeydi.

Toplu taşıma diyorduk en son değil mi? Dakikası dakikasına gelen otobüslerden ve trenlerden ağzım açık bir şekilde inmiş bir halde yurt ana binasına doğru yol aldım. Binayı bulmak hiç zor olmadı. Ama girişi bulmak epey, epey zordu. Nasıl desem, boşu boşuna 11 kat çıkıp inmek zorunda kaldım. Daha fazla devam edemeyeceğim bu tatsız konuya, detayları da anlatmayacağım dolayısıyla. O anları tekrar tekrar yaşıyorum. O 11 kattan çıkardığım ders özetle şuydu: Almanca bilmeyen dilin cezasını ayaklar çeker. Neyse nihayetinde kazasız belasız kontratı imzaladım, yurduma döndüm filan lakin o binada karşılaştığım tepkiler pek hoş değildi. Bi memur abiye “İngilizce biliyor musunuz?” diye sordum ve aldığım cevap çatık kaşlı bir “Deutsch in Deutschland!” (Almanya’da Almanca konuşulur!) idi.

İşte bunlar her yerde olan tren istasyonları: Bahnhof'lar

Bu mu? Oralarda gördüğüm ilk alışveriş merkeziydi :)

O sistemli ve dakik trenlere gidiş yolu

Bunları da belirttikten sonra yurduma gelebilirim artık. Markete gideyim dedim, yine bir keşif. Zaten alışverişler zor geçiyor benim için, elimde sözlük bir saat kabından ne olduğunu tanıyamadığım şeylerin içindekiler kısmına bakıyorum filan. Hala değişmedim, hep keşif durumundayım. Markete giderken tin tin fotoğraf makinemi de aldım elime, bomboş sokaklarda memleketimin mimarlarına da numune olsun diye birbirinden güzel, şirin SİMS evlerinin fotoğraflarını çekeyim dedim. Ben usul usul giderken balkondan yaşlı bi teyze çıkıp bana bağırmaya başladı. Ne dediğini anlamadım ama fotoğraf çekmemle alakalı olduğu kesindi. Benim elim ayağıma dolaştı, kanun-kural da bilmediğimden huylarına gidip el kol hareketleriyle “Tamam teyze siliyorum sakin ol” demeye çalıştım ama nafile. Kadın susmadı. Sonra kocası geldi, beni köpek kovar gibi kovdu evin önünden. Yine de silmedim hiçbir fotoğrafı yayınlayacağım hepsini bana ne. Zaten sonradan öğrendim ki yasa dışı bir şey yokmuş bunda. İnsanları izinleri olmadan ya da dükkanların içlerini filan çekersek suçmuş. Ama benim yaptığımda sorun teşkil eden bir unsur yokmuş. Hala pişmanım, o kadının yüzüne Türkçe ağzıma geleni söylemediğim için..! Böylece daha ikinci günden geri saymalara başlamıştım. Zaten internetim, telefonum, biletim, … hiçbir şeyim yoktu, kendimi epey kötü hissediyordum. Bu satırlar Elif’ime (Vurucular) gelsin, oturup My Girl’ü ve İtazurana’yı izledim tekrar. Bu hislerle günü tamamladım. Bugünlük bu kadar yeter, devam edeceğim. Ama bundan sonrası bu kadar kasvetli gelişmedi. Ertesi gün yani Çarşamba günü Kita’ya ilk defa gittim, çocuklarımla ve iş arkadaşlarımla tanıştım. Fakat bu olayı bu yazıda ziyan etmek istemiyorum. Bu deneyimler apayrı benim için.. Apayrı..

İşte fotoğraflarını çekebilmek uğruna başımı ortaya koyduğum evler :)

O evler, o evler.. Elif bunlardan yapmalısııınn!

Bu biraz saçma bir açı olmuş uğruna başımı feda etmeye değmez :)

Bomboşş yollar! Yasa dışı hiçbir durum yok..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder