Biliyorum çok acayip hızlı yazıyorum, hatta hızıma
yetişemiyorsunuz ama napalım, duramıyorum :D ya cidden, her yazım arasında en
az 1 hafta oluyor ama anlatacaklarım dağ gibi oldu. Gerçekten bu hep yaşadığım
bir problem oldu. Yazmaya vaktiniz olduğunda bir şey yaşayamıyorsunuz, yaşadığınızda
ise yazmaya vaktiniz olmuyor. Neyse efendim, bugün “İyi ki görmüşüm” dediğim
yerlerden birini; Brüksel’i anlatacağım…
Bonn’daki seminere gitmişken neredeyse Bonn’a sınır olan
Belçika’ya da gitmek istedim. Buraya gelirken belirlediğim “9 ay 10 ülke”
hedefime artık başlayayım dedim. Ve ilk durağım Belçika’nın başkenti
Belçika’nın başkenti Brüksel oldu.. Evet, adına lahanaları vesilesiyle aşina
olduğum şehir. Saygıdeğer, yavru Avrupa başkenti. Belçika da Beyinsiz adamın
hayalini kurduğu küçük, şirin ülke “Minnoş” gibi bir şey zaten :) Çok dalgasını
geçtim bunun başıma bir şey gelmese bari :)
Brüksel.. Brüksel.. Güneşli bir günde tanıştım seninle. Bir
Eylül günü.. 28 Eylül 2012, Cuma.. Lanetli bir şehirdin aslında sen benim için
ilk başta.. Her şey Eurolines denen o ultra ucuz ama bir o kadar da saçma, pis,
korkunç otobüse binmemle başladı. Otobüse bindim, şoföre biletimi gösterdim ve
bekledim. Hangi koltuğa oturacağımı söylesin diye.. Söylemedi, istediğin
koltuğa otur dedi. O an farkettim, Ümraniye dolmuşlarından farksız bir otobüse
binmiştim. Ne? biri çay-kahve servisi mi dedi? Valla ben otobüste elinde horozu
olan bir yolcuyla oturmadığım için kendimi şanslı hissediyorum, o kadar diyeyim
size..
Neyse nihayet Brüksel tren, otobüs, her bi şeyin istasyonu
olan yere vardım. Belçika’da benim gibi Comenius asistanı olan Betülle
buluşacaktık sözde. Ona sadece varış saatimi vermişim büyük bir toylukla.
Trenle gideceğim sanmış, otobüs kullanmıştım filan.. Ben büyük bir mutluluk ve
hevesle indim ki otobüsten baktım, aradım, taradım, Betül yok. Aradım, Betül
trene bin merkeze gel dedi, kontörüm bitti. Merkeze, yani 10 dakikalık yere
gitmeye çalışarak iki saatimi harcadım. Betül de beni kontörüm olmadığı için
arayamadı. Neyse dedim ben merkeze gideyim, ordan bulduğum bir telefon
kulübesinden ararım. Sora soruştura bir telefon kulübesi buldum. Artık
olmasaydı herhalde gezip gerisin geri dönecektim, yüküm ağır, sinirden barut
gibiyim, binmediğim metro kalmadı.. Son umudum bu telefon. Telefona parayı
attım, tuşları çevirirken hayatımda gördüğüm en büyük tevafuk, en büyük mucize
gerçekleşti. Benim telefonumun hemen arkasında olan telefondan birinin başı
uzandı. O baş Betül’ündü! Meğer o da beni aramak için bir ankesörlü telefon
bulmuş nihayet, aynı anda birbirimizi arıyormuşuz. Yani diyorum, dualar olmasa
bitmiştik biz.. Koca Brüksel’de bir telefon kulübesi buluşturdu bizi, anlaşsak
olmazdı! :) Bunu hiç unutmayacağım herhalde.. Anlatmasaydım çatlardım :D
Bir turist gözüyle Brüksel’e gelecek olursak.. Bu şehre
girdiğimizde ilk gittiğimiz yer Grand Place Meydanı idi. O meydanı görünce
benim ilk söylediğim şey ise “Bütün mimarlar bu şehri görmeliiii!” idi.
Allah’ım başımı nereye çevirsem muhteşem bir işçilik, dev dev, ihtişamlı ve
tarihi yapılar! Altın bir sarayın içine düşmüş gibi oldum. Çok çok güzel bir
meydandı.. O an, ilk defa o an Avrupa’da olduğumu hissettim.. Attığım her adım
bana tat veriyordu.. Her bir heykeli, detayı ince ince kaydetmeye çalıştım
hafızama, kamerama.. Ama nafile.. Hiçbir fotoğraf gözün gördüğünü yansıtmıyor
ki..
|
lost in Grand Place :) |
|
Grand Place |
|
Grand Place |
|
Grand Place |
|
Grand Place |
|
Grand Place |
|
Grand Place |
|
Grand Place |
Bu büyülenmiş halde yukarı caddelere gittik.. Güzel güzel dizilmiş, insanı çizgi filmin içinde hissettiren binaların arasından, çikolata kokan caddelerde ilerlemeye başladık. Ve ben, daha önce hakkında nerdeyse hiç bilmediğim Brüksel’i tanımaya başladım. Her bir dükkan o kadar kendine hastı ki.. Çikolata dükkanları, dantel dükkanları, çizgi roman dükkanları, waffle’cılar… Belçika pek çok şeyiyle ünlüymüş, ya da pek çok şeyi kendilerine mal etmişler.. Her ne olursa olsun, bu küçücük şehir beni benden almıştı ilk kaşılaşmamızda..
|
Ahh kocamaan, muhteşemm bir çikolata dükkanııı, aynından Türkiye'de de istiyorummm |
|
Grand Place Meydanı'nda bir kafe.. Çiçek kafe dedim ben oraya :) |
|
Belçika'nın meşhur dantelleri. Dokunmaya kıyamazsınız |
|
Hangi anne bu elbiselere kıyıp da çocuğuna giydirebilir Allah aşkına? :) |
|
Yine biiir, çikolatacııı! :) |
Garip bir ülke burası, üçe bölünmüş. Aslında resmi olarak
iki federal eyalete. Yüzölçümünün Konya kadar olduğunu hatırlatmak isterim :)
İki tane resmi dili var, Fransızca ve Flemenkçe. Mesela Brüksel Fransız
bölgesi, Flamanların tarafından bindiğiniz bir trenden Fransızların tarafında
inince metroda bile dilin değişiğini görüyorsunuz. Gent’te ve Brugge’de
insanlar Flemenkçe konuşurken, bütün tabelalar, ilanlar, panolar Flemenkçe
iken, Brüksel’de her şey Fransızca idi. Çok ilginç bir durum bu. Tek ülke ama
ülkenin bir ucundan diğerine geçen biri gittiği yerin dilini bile
konuşamayacak; kendi ülkesinde bir turistten farksız olacak.. Çok ilginç..
Dilin ne kadar önemli bir değer olduğunu bir kez daha anladım..
Bir de ben Belçika’ya ilk ayak bastığımda kimseye yol
soramamıştım. Betül baya bir şaşırdı ve güldü hatta buna. Telefonda “Şu trene
bineceksin, ordakilere sor, söylerler” demesi üzerine “Burdakiler İngilizce
konuşuyrlar mı ki?” diye cevap vermiştim :D Bu bana Almanya’nın kazandırdığı bir şey.. Ya da benden götürdüğü.. Berlin’de, pek çok yerde, resmi dairelerde,
yollarda, fark etmez; İngilizce konuşursanız insanlar İngilizce bilse bile
bilmiyormuş gibi yapıyor, sizi azarlayabiliyor ve Almanca konuşmak için
zorlayabiliyorlar. Ben de buna öyle bir alışmışım ki, insanlara yol sormaya
çekindim. Betül bana bunu dedikten sonra kendime geldim :D
Belçika bir devlet ama millet değil galiba. O kadar çok,
ama cidden o kadar çok göçmen var ki.. En çok Afrikalılar ve Araplar göç etmiş
bu topraklara zamanında, vatandaş olmak kolay diye. Hiç öyle sarı-mavi
birilerini göremiyorsunuz yollarda. Bir de gerçekten 7’den 70’e herkes İngilizce
biliyor. Çok şaşırdım buna. Betül sebebinin bütün televizyon programlarının
İngilizce olduğunu söyledi. Bu da beni ayrı bir şaşırttı.
Şirinler! En en sevdiğim çizgi film Belçikalı çizer Peyo
tarafından yapıldı! Belçika Şirinler’in de ev sahibi yani.. Koccamaaan bir
Şirinler dükkanı vardı, o kaddaaar mutlu oldum ki burayı görünce! :) Zaten yer
yer çizgi roman dükkanlarına filan da rastlamak pek mümkün.
|
:D Şirinler dükkanıııı! |
Neyse efendim, lahanalar, çikolatalar, danteller, Şirinler
derken nihayet Belçika’nın en en en büyük simgesi, gurur timsali, en çok saygı
duyulan zatı İşeyen Çocuk Heykeli’ne ulaştık. Efenim bu çocukcağız savaş zamanı
bomba fitilini bu şekilde söndürüvermiş, ülkenin gururu haline gelivermiş. Her
yerde bu çocuğun resimleri, bunun yüzünden doğru düzgün bir anahtarlık
bulamadım koca Brüksel’de.. Daha fazla bunun hakkında konuşmak istemiyorum! :)
|
Meşhuuur İşeyen Çocuk Heykeli |
|
İşeyen çocuğumuzun çikolataları bile var |
Sonra yol üstünde bir çikolata müzesi gördük. Evet, çikolata
müzesi! İçinde ne var diye sormayın, bilmiyorum. Girmeyi istedik ama, öğrenci
usulü ultra ekonomik bir gezi yaptığımızdan sebep tabi ki bu hayal de böylece
şangırtt diye gözümüzün önünde tuzla buz oldu :( Sağlık olsun..
|
Çikolata Müzesiii |
Caddeler boyu gezdik gezdik pek yorulduk. Azıcık
atıştırmalık alalım diye bir markete girdik çok çok pahalı olduğunu farkettim.
Tüketim ürünleri Belçika’da Almanya’nın iki katı. Cidden orda aldığım her şeyde
içim acıdı. Para biriminin de Euro olduğu düşünülürse..
Eh, merkezi tükettik yani en azından bedava olan yerlerini..
Ne yaptık? Bir saatlik yolculuğun ardından Atomium’a gittik. Atomium 1958’de
Dünya Fuarı için yapılan bir çalışma. Atomu bilmem kaç milyon kez büyütüp inşa
etmişler, adına da Atomium demişler. Yanınızda kendinizi küçülmüş
hissediyorsunuz. “Bir şeyler ters yahu, atom büyük ben küçüğüm” gibi bir his
düşüyor insanın içine :)
|
Atomium |
|
Dünya Fuarı binası |
Sonra dedik Belçika’nın Royal Palace’ı varmış, kralın sarayı,
onu ziyaret edelim. Sorduk soruşturduk, aradık taradık, tramvay metro derken,
meğer yanlış yere gidiyormuşuz. Tramvayda giderken kocamaan kırmızı bi Japon
binası gördük. Aman bu çok güzel görünüyor, hadi inelim bakalım neymiş dedik ve
böylece Brüksel’deki mini Japon kentini keşfetmiş bulunduk.. Çok tatlı bir
yerdi burası. Özellikle benim gibi bir Asya manyağı için. Avrupa’da Asya.. Çok
da güzeldi. Gerçekten küçük bir Japon kenti yapmışlar adamlar. Ama kimse yoktu
içerisinde. Sadece içiciler filan.. Biz de tırstık hafiften, çok kalamadık
tabi.
|
Japon Sarayı didik biz buna :) |
|
Betül: "Japon evinin önünde Kore işareti yapılmaz!" |
Ve nihayet o görülmeye değer ve insanı yeşil ve kırmızı hislerle kuşatan küçük
kenti de terkedip Belçika’nın bir diğer şehri olan Gent’in yerini tuttuk.. Gent
Flaman bölgesi olduğundan sebep trenle giderken yolun yarısından sonra bütün
anonslar Fransızca’dan Flemenkçe’ye dönüyor. Çok garip bir durum bu. Sanki ülke
değiştiriyorsunuz..
Her şehrin bende bir rengi var, bazılarını dile getirmek çok
zor.. Ama hepsi zihnimde bir renkle kalıyor.. Brüksel altın rengi bir şehir
benim için.. Öyle kaldı aklımda.. Brüksel böylece bitti ve güzeldi, ama Belçika’nın
daha güzel kentleri vardı.. Onları da anlatacağım efendim.. Takipte kalınız..
:)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder