13 Kasım 2012 Salı

Belçika - Brüksel



Biliyorum çok acayip hızlı yazıyorum, hatta hızıma yetişemiyorsunuz ama napalım, duramıyorum :D ya cidden, her yazım arasında en az 1 hafta oluyor ama anlatacaklarım dağ gibi oldu. Gerçekten bu hep yaşadığım bir problem oldu. Yazmaya vaktiniz olduğunda bir şey yaşayamıyorsunuz, yaşadığınızda ise yazmaya vaktiniz olmuyor. Neyse efendim, bugün “İyi ki görmüşüm” dediğim yerlerden birini; Brüksel’i anlatacağım…



Bonn’daki seminere gitmişken neredeyse Bonn’a sınır olan Belçika’ya da gitmek istedim. Buraya gelirken belirlediğim “9 ay 10 ülke” hedefime artık başlayayım dedim. Ve ilk durağım Belçika’nın başkenti Belçika’nın başkenti Brüksel oldu.. Evet, adına lahanaları vesilesiyle aşina olduğum şehir. Saygıdeğer, yavru Avrupa başkenti. Belçika da Beyinsiz adamın hayalini kurduğu küçük, şirin ülke “Minnoş” gibi bir şey zaten :) Çok dalgasını geçtim bunun başıma bir şey gelmese bari :)

Brüksel.. Brüksel.. Güneşli bir günde tanıştım seninle. Bir Eylül günü.. 28 Eylül 2012, Cuma.. Lanetli bir şehirdin aslında sen benim için ilk başta.. Her şey Eurolines denen o ultra ucuz ama bir o kadar da saçma, pis, korkunç otobüse binmemle başladı. Otobüse bindim, şoföre biletimi gösterdim ve bekledim. Hangi koltuğa oturacağımı söylesin diye.. Söylemedi, istediğin koltuğa otur dedi. O an farkettim, Ümraniye dolmuşlarından farksız bir otobüse binmiştim. Ne? biri çay-kahve servisi mi dedi? Valla ben otobüste elinde horozu olan bir yolcuyla oturmadığım için kendimi şanslı hissediyorum, o kadar diyeyim size..

Neyse nihayet Brüksel tren, otobüs, her bi şeyin istasyonu olan yere vardım. Belçika’da benim gibi Comenius asistanı olan Betülle buluşacaktık sözde. Ona sadece varış saatimi vermişim büyük bir toylukla. Trenle gideceğim sanmış, otobüs kullanmıştım filan.. Ben büyük bir mutluluk ve hevesle indim ki otobüsten baktım, aradım, taradım, Betül yok. Aradım, Betül trene bin merkeze gel dedi, kontörüm bitti. Merkeze, yani 10 dakikalık yere gitmeye çalışarak iki saatimi harcadım. Betül de beni kontörüm olmadığı için arayamadı. Neyse dedim ben merkeze gideyim, ordan bulduğum bir telefon kulübesinden ararım. Sora soruştura bir telefon kulübesi buldum. Artık olmasaydı herhalde gezip gerisin geri dönecektim, yüküm ağır, sinirden barut gibiyim, binmediğim metro kalmadı.. Son umudum bu telefon. Telefona parayı attım, tuşları çevirirken hayatımda gördüğüm en büyük tevafuk, en büyük mucize gerçekleşti. Benim telefonumun hemen arkasında olan telefondan birinin başı uzandı. O baş Betül’ündü! Meğer o da beni aramak için bir ankesörlü telefon bulmuş nihayet, aynı anda birbirimizi arıyormuşuz. Yani diyorum, dualar olmasa bitmiştik biz.. Koca Brüksel’de bir telefon kulübesi buluşturdu bizi, anlaşsak olmazdı! :) Bunu hiç unutmayacağım herhalde.. Anlatmasaydım çatlardım :D

Bir turist gözüyle Brüksel’e gelecek olursak.. Bu şehre girdiğimizde ilk gittiğimiz yer Grand Place Meydanı idi. O meydanı görünce benim ilk söylediğim şey ise “Bütün mimarlar bu şehri görmeliiii!” idi. Allah’ım başımı nereye çevirsem muhteşem bir işçilik, dev dev, ihtişamlı ve tarihi yapılar! Altın bir sarayın içine düşmüş gibi oldum. Çok çok güzel bir meydandı.. O an, ilk defa o an Avrupa’da olduğumu hissettim.. Attığım her adım bana tat veriyordu.. Her bir heykeli, detayı ince ince kaydetmeye çalıştım hafızama, kamerama.. Ama nafile.. Hiçbir fotoğraf gözün gördüğünü yansıtmıyor ki.. 
lost in Grand Place :)

Grand Place


Grand Place

Grand Place

Grand Place

Grand Place

Grand Place

Grand Place

Bu büyülenmiş halde yukarı caddelere gittik.. Güzel güzel dizilmiş, insanı çizgi filmin içinde hissettiren binaların arasından, çikolata kokan caddelerde ilerlemeye başladık. Ve ben, daha önce hakkında nerdeyse hiç bilmediğim Brüksel’i tanımaya başladım. Her bir dükkan o kadar kendine hastı ki.. Çikolata dükkanları, dantel dükkanları, çizgi roman dükkanları, waffle’cılar… Belçika pek çok şeyiyle ünlüymüş, ya da pek çok şeyi kendilerine mal etmişler.. Her ne olursa olsun, bu küçücük şehir beni benden almıştı ilk kaşılaşmamızda..

Ahh kocamaan, muhteşemm bir çikolata dükkanııı, aynından Türkiye'de de istiyorummm

Grand Place Meydanı'nda bir kafe.. Çiçek kafe dedim ben oraya :)

Belçika'nın meşhur dantelleri. Dokunmaya kıyamazsınız

Hangi anne bu elbiselere kıyıp da çocuğuna giydirebilir Allah aşkına? :)

Yine biiir, çikolatacııı! :)
Garip bir ülke burası, üçe bölünmüş. Aslında resmi olarak iki federal eyalete. Yüzölçümünün Konya kadar olduğunu hatırlatmak isterim :) İki tane resmi dili var, Fransızca ve Flemenkçe. Mesela Brüksel Fransız bölgesi, Flamanların tarafından bindiğiniz bir trenden Fransızların tarafında inince metroda bile dilin değişiğini görüyorsunuz. Gent’te ve Brugge’de insanlar Flemenkçe konuşurken, bütün tabelalar, ilanlar, panolar Flemenkçe iken, Brüksel’de her şey Fransızca idi. Çok ilginç bir durum bu. Tek ülke ama ülkenin bir ucundan diğerine geçen biri gittiği yerin dilini bile konuşamayacak; kendi ülkesinde bir turistten farksız olacak.. Çok ilginç.. Dilin ne kadar önemli bir değer olduğunu bir kez daha anladım..

Bir de ben Belçika’ya ilk ayak bastığımda kimseye yol soramamıştım. Betül baya bir şaşırdı ve güldü hatta buna. Telefonda “Şu trene bineceksin, ordakilere sor, söylerler” demesi üzerine “Burdakiler İngilizce konuşuyrlar mı ki?” diye cevap vermiştim :D Bu bana Almanya’nın kazandırdığı bir şey.. Ya da benden götürdüğü.. Berlin’de, pek çok yerde, resmi dairelerde, yollarda, fark etmez; İngilizce konuşursanız insanlar İngilizce bilse bile bilmiyormuş gibi yapıyor, sizi azarlayabiliyor ve Almanca konuşmak için zorlayabiliyorlar. Ben de buna öyle bir alışmışım ki, insanlara yol sormaya çekindim. Betül bana bunu dedikten sonra kendime geldim :D

Belçika bir devlet ama millet değil galiba. O kadar çok, ama cidden o kadar çok göçmen var ki.. En çok Afrikalılar ve Araplar göç etmiş bu topraklara zamanında, vatandaş olmak kolay diye. Hiç öyle sarı-mavi birilerini göremiyorsunuz yollarda. Bir de gerçekten 7’den 70’e herkes İngilizce biliyor. Çok şaşırdım buna. Betül sebebinin bütün televizyon programlarının İngilizce olduğunu söyledi. Bu da beni ayrı bir şaşırttı.

Şirinler! En en sevdiğim çizgi film Belçikalı çizer Peyo tarafından yapıldı! Belçika Şirinler’in de ev sahibi yani.. Koccamaaan bir Şirinler dükkanı vardı, o kaddaaar mutlu oldum ki burayı görünce! :) Zaten yer yer çizgi roman dükkanlarına filan da rastlamak pek mümkün.

:D Şirinler dükkanıııı!
Neyse efendim, lahanalar, çikolatalar, danteller, Şirinler derken nihayet Belçika’nın en en en büyük simgesi, gurur timsali, en çok saygı duyulan zatı İşeyen Çocuk Heykeli’ne ulaştık. Efenim bu çocukcağız savaş zamanı bomba fitilini bu şekilde söndürüvermiş, ülkenin gururu haline gelivermiş. Her yerde bu çocuğun resimleri, bunun yüzünden doğru düzgün bir anahtarlık bulamadım koca Brüksel’de.. Daha fazla bunun hakkında konuşmak istemiyorum! :)

Meşhuuur İşeyen Çocuk Heykeli

İşeyen çocuğumuzun çikolataları bile var

Sonra yol üstünde bir çikolata müzesi gördük. Evet, çikolata müzesi! İçinde ne var diye sormayın, bilmiyorum. Girmeyi istedik ama, öğrenci usulü ultra ekonomik bir gezi yaptığımızdan sebep tabi ki bu hayal de böylece şangırtt diye gözümüzün önünde tuzla buz oldu :( Sağlık olsun..

Çikolata Müzesiii

Caddeler boyu gezdik gezdik pek yorulduk. Azıcık atıştırmalık alalım diye bir markete girdik çok çok pahalı olduğunu farkettim. Tüketim ürünleri Belçika’da Almanya’nın iki katı. Cidden orda aldığım her şeyde içim acıdı. Para biriminin de Euro olduğu düşünülürse..

Eh, merkezi tükettik yani en azından bedava olan yerlerini.. Ne yaptık? Bir saatlik yolculuğun ardından Atomium’a gittik. Atomium 1958’de Dünya Fuarı için yapılan bir çalışma. Atomu bilmem kaç milyon kez büyütüp inşa etmişler, adına da Atomium demişler. Yanınızda kendinizi küçülmüş hissediyorsunuz. “Bir şeyler ters yahu, atom büyük ben küçüğüm” gibi bir his düşüyor insanın içine :)

Atomium

Dünya Fuarı binası

Sonra dedik Belçika’nın Royal Palace’ı varmış, kralın sarayı, onu ziyaret edelim. Sorduk soruşturduk, aradık taradık, tramvay metro derken, meğer yanlış yere gidiyormuşuz. Tramvayda giderken kocamaan kırmızı bi Japon binası gördük. Aman bu çok güzel görünüyor, hadi inelim bakalım neymiş dedik ve böylece Brüksel’deki mini Japon kentini keşfetmiş bulunduk.. Çok tatlı bir yerdi burası. Özellikle benim gibi bir Asya manyağı için. Avrupa’da Asya.. Çok da güzeldi. Gerçekten küçük bir Japon kenti yapmışlar adamlar. Ama kimse yoktu içerisinde. Sadece içiciler filan.. Biz de tırstık hafiften, çok kalamadık tabi. 

Japon Sarayı didik biz buna :)


Betül: "Japon evinin önünde Kore işareti yapılmaz!"


Ve nihayet o görülmeye değer ve insanı yeşil ve kırmızı hislerle kuşatan küçük kenti de terkedip Belçika’nın bir diğer şehri olan Gent’in yerini tuttuk.. Gent Flaman bölgesi olduğundan sebep trenle giderken yolun yarısından sonra bütün anonslar Fransızca’dan Flemenkçe’ye dönüyor. Çok garip bir durum bu. Sanki ülke değiştiriyorsunuz..

Her şehrin bende bir rengi var, bazılarını dile getirmek çok zor.. Ama hepsi zihnimde bir renkle kalıyor.. Brüksel altın rengi bir şehir benim için.. Öyle kaldı aklımda.. Brüksel böylece bitti ve güzeldi, ama Belçika’nın daha güzel kentleri vardı.. Onları da anlatacağım efendim.. Takipte kalınız.. :)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder