Rotterdam’a Erasmus sebebiyle geldim. Yüksek lisans Erasmus’u, evet :) Benim durumumda olanlar
varsa diye yazmış olayım, yüksek lisans yapıyorum ve
birinci yılımda yüksek lisans yönetmeliği bana Erasmus’a başvurabilme hakkı veriyor. Aynı
zamanda 2015 Şubat atamasıyla MEB’de İngilizce öğretmeni olarak çalışmaya
başladım. Yani gideceğim tarihlerde adaylığı atlatmış fakat 3 yılını
doldurmamış 1,5 yıllık taze öğretmendim :) Bunu neden anlatıyorum? Çünkü
başvuru sürecim zahmetsiz, izin sürecim çetrefilli geçti. Şükürler olsun yüksek
lisans için sene içinde tatlı bir iznimiz var. Bunu pek çok insan kullandığı
için muhalif fikirlere ya da inisiyatife fazla yer yok. Fakat söz konusu
ayrılık izni olunca kısmet, nasip, talih, baht, dua kavramları dilekçenizin
adeta sayı numarası haline geliyor. Bende de böyle oldu. Eğer hasbelkader
benimle aynı durumu yaşayan biri olursa ve bu yazıya denk gelirse seve seve
süreç ve yasa hakkında konuşabiliriz (edakesicigmail.com). Ama şimdilik bu
konuyu kapatacağım.
Aslen konuşmak
istediğim konu öğretmen-öğrenci olmak üzerine. Hayatımda hiç öğrenci olmadığım
bir öğretmenlik dönemi hatırlamıyorum. Bu nedenle öğrenci olmadan öğretmen
olmak üzerine yorum yapamam. Ancak izlenimlerimi deneyimlerimle
karşılaştırabilirim.
Okulların
açıldığı ilk gün öğretmeniyle öğrencisiyle sitem söylemlerinin bu haberi veren
en yüksek ses olduğunu fark ettiğimde bu yazıyı yazmaya karar verdim. Ben
Rotterdam’da üniversiteye gidiyordum o günlerde, mutlu mutlu. Ama Türkiye’de
okulların açıldığı gün işe başlayacak olsaydım muhtemelen ben de isyan tayfasında
olacaktım. Ertesi gün de okula gittiğimde öğrencilerime güzel bir yıl
geçirmeyi umduğumu söyleyecektim. Ne samimiyet ama!
Neden okuldan bu
kadar nefret ediyoruz, bunu sevmenin bir yolu yok mu?
Önceleri bu
nefretin boş zamanın ve tatilin cazibesinden kaynaklandığını düşünüyordum.
Sonra bir öğrenci olarak üniversiteyi sevdiğimi ama öncesini eziyet olarak
gördüğümü hatırladım. Peki üniversitenin mesela liseden farkı ne?
Ders saati azdı.
Kimse haftanın koca 40 saatini ipoteklemiyordu bana sormadan.
Üniversite bir
binadan ve dışarı çıkmamı engelleyen bekçilerden değil bir kampüsten, yani
yaşam alanından oluşuyordu.
Hiç kimse bir
diğerinin aynı olmak zorunda değildi, renk ve çeşitlilik vardı. Hem görüntü hem
kişilik bakımından.
Dersten kalmak da
geçmek de benim sorumluluğumdu. Kimse itmiyordu arkamdan, ‘çalışırsın veya
çalışmazsın sonuçları senin meselen nasıl olsa’ diyorlardı.
Nihayi hedefim
meslekti, ÖSS, YGS, LYS, HGS, OGS, SKJDSK değil.
Ders
ekebiliyordum, ama sonra ortalığı toplamanın benim sorumluluğum olduğunu da
biliyordum.
Kısacası düşünerek ve hesaplayarak yaşıyordum, hesapları benim için
yapan biri yoktu. Saksı çalışıyordu. Yaşıyordum, karar alıyordum, bedel
ödüyordum, mutlu oluyor, ya da stresten geberiyordum. Başımda zebani gibi
bekleyen hocalar ve anne-baba olmadan. Tek bir şeyden sıtkım sıyrılmıştı, hala maruz
kalınca insani olmadığını hissediyorum: uzun süre oturmak. Yüksek lisans için
haftanın bir ya da iki günü üniversiteye gider, bir günlüğüne öğrencilerimin
hayatını yaşardım. Lisanstaki bir haftalık dersi sıkıştırılmış bir şekilde
alıyordum çünkü. Allah’ım ne zor oturmak! Hiçbir insan dünyadaki en eğlendiği,
sevdiği konuyu bile 8 saat dinleyemez yahu! Neyse ki reformist hocalarımız
vardı, telefon kaçamaklarını görmezden gelir, sessizce dışarı çıkıp kendi
aramızı vermemize, içeceğimizle derste olmamıza müsaade ederlerdi. Kahveyi
sınıfa sokmak için izin almak hala gerçek dışı geliyor ama buna eğitim
camiasının dilinde kural ve disiplin deniyor.
Bunlar üzerine
düşündükçe ve onların durumunu yaşadıkça 15, 16, 17 yaşlarında koca koca
insanların durumuna sınıfa girdikçe daha çok üzülmeye başladım. Bir ya da birkaç
sene sonra üniversiteye gidecekler ve orada onlara yukarıda bahsettiğim
özgürlükler verilecek. Şu an neden eziyet ediyoruz? Yeterince aklı başında
değiller mi? İradeleri yok mu? Bir sene sonra birden bire akılları başlarına mı
gelecek?
Sınıfın
patronuysan bunu kullan Eda! Yoksa aldığın eğitimin, okuduğun kitapların,
yazdığın ödevlerin, konuştuğun derslerin ne önemi var?
Aklımdan
geçen buydu. Çünkü öğrencilerim ruh emiciler gibiydi, okulda kuruyan içlerini
doldurmak ve hayatta kalmak için bizim enerjimizi çekiyorlardı. Bizler de
sınıfa isteksiz giriyor, eve koşa koşa gidiyorduk.
Benim öğrenci
olduğumu bilirlerdi, zaman zaman akademik konuları sınıfta da tartışırdık.
Öğrenciler aldığım eğitimin merkezindeydi, dolayısıyla öğrendiklerimi onlarla
tartışmak benim için sahiden çok aydınlatıcıydı. Sıkıldıkları, yoruldukları,
derse iştirak edemeyecekleri zaman söylerlerdi. Siz de öğrencisiniz, bizi
anlıyorsunuz derlerdi. En güzeli de onlarla eğlenceli deneyler yapmaktı. Küçük
reformlar gibi.. :) Üniversitede görüp sevdiğim muameleyi sınıflara taşımaya
çalıştım: Tuvalete gitmek için izin istemeyin, kocaman insanlarsınız, sessizce
çıkıp gelin; sınıfa içecek getirebilirsiniz, sıkıntı yok, dökerseniz temizleyin
yeter; su içmek için benden izin mi istiyorsun??; sözlük için telefon
kullanabilirsiniz, el sözlüklerini artık ben bile kullanmıyorum; bu aktiviteyi
tamamlamak için bir ders saatiniz var okulun her yerini kullanabilirsiniz,
orijinal olmaya çalışın, ders sonunda çalışmalarınızı getirin.. elbette ‘lütfen’..
:)
Yukarıda
saydıklarımın hepsi kurallara aykırıydı tabi.. Öğrencilerin suistimal etme
riski de cabası.. Ama güvenmezsek neden güvenilir olsunlar ki? Biz onlara güvenmezsek
onlar bize neden güvensinler ki? Sonuçlar enteresandı, aslında umduğum gibiydi,
ama alışılmış değildi.
Sormanıza gerek
yok dediğim halde tekrar tekrar ‘Tuvalete gidebilir miyim hocam?’ deyip beni
önce hayattan soğutan sonra hayata bağlayan öğrencilerin ‘Ama hocam sormazsam
garip oluyor, hata ya da saygısızlık yapıyormuşum gibi hissediyorum.’ demeleri..
Dersin sonunda çalışmalarını getirmelerini istediğim öğrencilerin, yaptığı
çalışmadan tatmin olmayıp, okuldan sonra çalışıp ertesi gün geniş prodüksiyonlu,
yaratıcı eserler sunmaları.. Yapmak zorunda olmadıkları halde.. Yiyecek, içecek
serbestisi geldikten sonra artan canlılık.. :) Sınıfa getirilen ve kokusu ağır
olan yiyeceklerden sonra kendi aralarında ‘Soğuk ve kokmayan yiyecek getirelim
sadece’ diye ek kural koymaları.. Sınıfta sözlük amaçlı telefon kullanabilme
sayesinde derse katılım ve konuşabilmek için kıvranmaların artması.. Elbette
sözlük dışı amaçlar için kullandılar, bazılarını fark ettim, muhtemelen çoğunu
fark edememişimdir; ama bu onların sorunu. Ben de kaçamak yapıyordum, ama bu
kaçamaklara izin verildiği için kimseyi suistimal etmiyordum. Dersin akışını
bozan bir durum da yaşamadım üstelik..
Birine mavi fil
düşünme dersen ilk düşündüğü şey o oluyor. Birine sandalyende sallanma
dersen en iyi ihtimalle bütün konsantrasyonunu sadece sandalyede sallanmamaya
harcıyor. En kötü ihtimal hayal gücüne kalmış. Öğrenci olarak, öğretmen halime yapıyorum bu ikazı. Okulda çalışma ya
da okuma, orada yaşa tatlım.
Canım
öğretmenlerim, okula seve seve gitmek istiyorsanız bir kursa, bir üniversiteye,
sohbete, okuma grubuna, seminer dizisine katılın, ne bileyim. Birkaç saat oturmak ve dinlemek zorunda kalın yerinizde. Grubun ipleri de sizde olmasın. 'Daha keyifli olması için için ne yapılabilirdi' diye düşünmeseniz bile 'Of öğrenciler neler çekiyormuş' deyin. Öğrenci olmamak
bir öğretmen için çok korkutucu. Okul onlar için eziyet, çekilecek ceza demek.
Okulları kapatalım diyemiyoruz, tamam. Ama en azından okulu onlar için
katlanılabilir hale getirebiliriz. Valla :) Geçelim lütfen insanları değiştirme, eğitme
idealini, toplum mühendisliğini falan. Mutlu edip mutlu olabilirsek bir reform
yapmış oluruz!
“Ne biçim
öğretmensin sen!” diyenler olacaktır. Şükürler olsun, ne biçim bir öğretmenim :)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder