29 Ekim 2016 Cumartesi

Ne iş yapıyorsun? -Öğretmenim, sanırım..

Rotterdam’a Erasmus sebebiyle geldim. Yüksek lisans Erasmus’u, evet :) Benim durumumda olanlar varsa diye yazmış olayım, yüksek lisans yapıyorum ve birinci yılımda yüksek lisans yönetmeliği bana Erasmus’a başvurabilme hakkı veriyor. Aynı zamanda 2015 Şubat atamasıyla MEB’de İngilizce öğretmeni olarak çalışmaya başladım. Yani gideceğim tarihlerde adaylığı atlatmış fakat 3 yılını doldurmamış 1,5 yıllık taze öğretmendim :) Bunu neden anlatıyorum? Çünkü başvuru sürecim zahmetsiz, izin sürecim çetrefilli geçti. Şükürler olsun yüksek lisans için sene içinde tatlı bir iznimiz var. Bunu pek çok insan kullandığı için muhalif fikirlere ya da inisiyatife fazla yer yok. Fakat söz konusu ayrılık izni olunca kısmet, nasip, talih, baht, dua kavramları dilekçenizin adeta sayı numarası haline geliyor. Bende de böyle oldu. Eğer hasbelkader benimle aynı durumu yaşayan biri olursa ve bu yazıya denk gelirse seve seve süreç ve yasa hakkında konuşabiliriz (edakesicigmail.com). Ama şimdilik bu konuyu kapatacağım.

Aslen konuşmak istediğim konu öğretmen-öğrenci olmak üzerine. Hayatımda hiç öğrenci olmadığım bir öğretmenlik dönemi hatırlamıyorum. Bu nedenle öğrenci olmadan öğretmen olmak üzerine yorum yapamam. Ancak izlenimlerimi deneyimlerimle karşılaştırabilirim.

Okulların açıldığı ilk gün öğretmeniyle öğrencisiyle sitem söylemlerinin bu haberi veren en yüksek ses olduğunu fark ettiğimde bu yazıyı yazmaya karar verdim. Ben Rotterdam’da üniversiteye gidiyordum o günlerde, mutlu mutlu. Ama Türkiye’de okulların açıldığı gün işe başlayacak olsaydım muhtemelen ben de isyan tayfasında olacaktım. Ertesi gün de okula gittiğimde öğrencilerime güzel bir yıl geçirmeyi umduğumu söyleyecektim. Ne samimiyet ama!

Neden okuldan bu kadar nefret ediyoruz, bunu sevmenin bir yolu yok mu?

Önceleri bu nefretin boş zamanın ve tatilin cazibesinden kaynaklandığını düşünüyordum. Sonra bir öğrenci olarak üniversiteyi sevdiğimi ama öncesini eziyet olarak gördüğümü hatırladım. Peki üniversitenin mesela liseden farkı ne?

Ders saati azdı. Kimse haftanın koca 40 saatini ipoteklemiyordu bana sormadan.

Üniversite bir binadan ve dışarı çıkmamı engelleyen bekçilerden değil bir kampüsten, yani yaşam alanından oluşuyordu.

Hiç kimse bir diğerinin aynı olmak zorunda değildi, renk ve çeşitlilik vardı. Hem görüntü hem kişilik bakımından.

Dersten kalmak da geçmek de benim sorumluluğumdu. Kimse itmiyordu arkamdan, ‘çalışırsın veya çalışmazsın sonuçları senin meselen nasıl olsa’ diyorlardı.

Nihayi hedefim meslekti, ÖSS, YGS, LYS, HGS, OGS, SKJDSK değil.

Ders ekebiliyordum, ama sonra ortalığı toplamanın benim sorumluluğum olduğunu da biliyordum.

Kısacası düşünerek ve hesaplayarak yaşıyordum, hesapları benim için yapan biri yoktu. Saksı çalışıyordu. Yaşıyordum, karar alıyordum, bedel ödüyordum, mutlu oluyor, ya da stresten geberiyordum. Başımda zebani gibi bekleyen hocalar ve anne-baba olmadan.  Tek bir şeyden sıtkım sıyrılmıştı, hala maruz kalınca insani olmadığını hissediyorum: uzun süre oturmak. Yüksek lisans için haftanın bir ya da iki günü üniversiteye gider, bir günlüğüne öğrencilerimin hayatını yaşardım. Lisanstaki bir haftalık dersi sıkıştırılmış bir şekilde alıyordum çünkü. Allah’ım ne zor oturmak! Hiçbir insan dünyadaki en eğlendiği, sevdiği konuyu bile 8 saat dinleyemez yahu! Neyse ki reformist hocalarımız vardı, telefon kaçamaklarını görmezden gelir, sessizce dışarı çıkıp kendi aramızı vermemize, içeceğimizle derste olmamıza müsaade ederlerdi. Kahveyi sınıfa sokmak için izin almak hala gerçek dışı geliyor ama buna eğitim camiasının dilinde kural ve disiplin deniyor.

Bunlar üzerine düşündükçe ve onların durumunu yaşadıkça 15, 16, 17 yaşlarında koca koca insanların durumuna sınıfa girdikçe daha çok üzülmeye başladım. Bir ya da birkaç sene sonra üniversiteye gidecekler ve orada onlara yukarıda bahsettiğim özgürlükler verilecek. Şu an neden eziyet ediyoruz? Yeterince aklı başında değiller mi? İradeleri yok mu? Bir sene sonra birden bire akılları başlarına mı gelecek?

Sınıfın patronuysan bunu kullan Eda! Yoksa aldığın eğitimin, okuduğun kitapların, yazdığın ödevlerin, konuştuğun derslerin ne önemi var?

Aklımdan geçen buydu. Çünkü öğrencilerim ruh emiciler gibiydi, okulda kuruyan içlerini doldurmak ve hayatta kalmak için bizim enerjimizi çekiyorlardı. Bizler de sınıfa isteksiz giriyor, eve koşa koşa gidiyorduk.

Benim öğrenci olduğumu bilirlerdi, zaman zaman akademik konuları sınıfta da tartışırdık. Öğrenciler aldığım eğitimin merkezindeydi, dolayısıyla öğrendiklerimi onlarla tartışmak benim için sahiden çok aydınlatıcıydı. Sıkıldıkları, yoruldukları, derse iştirak edemeyecekleri zaman söylerlerdi. Siz de öğrencisiniz, bizi anlıyorsunuz derlerdi. En güzeli de onlarla eğlenceli deneyler yapmaktı. Küçük reformlar gibi.. :) Üniversitede görüp sevdiğim muameleyi sınıflara taşımaya çalıştım: Tuvalete gitmek için izin istemeyin, kocaman insanlarsınız, sessizce çıkıp gelin; sınıfa içecek getirebilirsiniz, sıkıntı yok, dökerseniz temizleyin yeter; su içmek için benden izin mi istiyorsun??; sözlük için telefon kullanabilirsiniz, el sözlüklerini artık ben bile kullanmıyorum; bu aktiviteyi tamamlamak için bir ders saatiniz var okulun her yerini kullanabilirsiniz, orijinal olmaya çalışın, ders sonunda çalışmalarınızı getirin.. elbette ‘lütfen’.. :)

Yukarıda saydıklarımın hepsi kurallara aykırıydı tabi.. Öğrencilerin suistimal etme riski de cabası.. Ama güvenmezsek neden güvenilir olsunlar ki? Biz onlara güvenmezsek onlar bize neden güvensinler ki? Sonuçlar enteresandı, aslında umduğum gibiydi, ama alışılmış değildi.

Sormanıza gerek yok dediğim halde tekrar tekrar ‘Tuvalete gidebilir miyim hocam?’ deyip beni önce hayattan soğutan sonra hayata bağlayan öğrencilerin ‘Ama hocam sormazsam garip oluyor, hata ya da saygısızlık yapıyormuşum gibi hissediyorum.’ demeleri.. Dersin sonunda çalışmalarını getirmelerini istediğim öğrencilerin, yaptığı çalışmadan tatmin olmayıp, okuldan sonra çalışıp ertesi gün geniş prodüksiyonlu, yaratıcı eserler sunmaları.. Yapmak zorunda olmadıkları halde.. Yiyecek, içecek serbestisi geldikten sonra artan canlılık.. :) Sınıfa getirilen ve kokusu ağır olan yiyeceklerden sonra kendi aralarında ‘Soğuk ve kokmayan yiyecek getirelim sadece’ diye ek kural koymaları.. Sınıfta sözlük amaçlı telefon kullanabilme sayesinde derse katılım ve konuşabilmek için kıvranmaların artması.. Elbette sözlük dışı amaçlar için kullandılar, bazılarını fark ettim, muhtemelen çoğunu fark edememişimdir; ama bu onların sorunu. Ben de kaçamak yapıyordum, ama bu kaçamaklara izin verildiği için kimseyi suistimal etmiyordum. Dersin akışını bozan bir durum da yaşamadım üstelik..

Birine mavi fil düşünme dersen ilk düşündüğü şey o oluyor. Birine sandalyende sallanma dersen en iyi ihtimalle bütün konsantrasyonunu sadece sandalyede sallanmamaya harcıyor. En kötü ihtimal hayal gücüne kalmış. Öğrenci olarak, öğretmen halime yapıyorum bu ikazı. Okulda çalışma ya da okuma, orada yaşa tatlım.

Canım öğretmenlerim, okula seve seve gitmek istiyorsanız bir kursa, bir üniversiteye, sohbete, okuma grubuna, seminer dizisine katılın, ne bileyim. Birkaç saat oturmak ve dinlemek zorunda kalın yerinizde. Grubun ipleri de sizde olmasın. 'Daha keyifli olması için için ne yapılabilirdi' diye düşünmeseniz bile 'Of öğrenciler neler çekiyormuş' deyin. Öğrenci olmamak bir öğretmen için çok korkutucu. Okul onlar için eziyet, çekilecek ceza demek. Okulları kapatalım diyemiyoruz, tamam. Ama en azından okulu onlar için katlanılabilir hale getirebiliriz. Valla :) Geçelim lütfen insanları değiştirme, eğitme idealini, toplum mühendisliğini falan. Mutlu edip mutlu olabilirsek bir reform yapmış oluruz!

“Ne biçim öğretmensin sen!” diyenler olacaktır. Şükürler olsun, ne biçim bir öğretmenim :)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder