24 Nisan 2015 Cuma

Kısa Devreler

"Şiddetin altında yatan asıl duygu tatmin. Tatmini çıkardığımızda şiddetin içi boşalır, verdiği iyi his yok olur." The Imitation Game (film)

"Bugün yaşayan pek çok insan ikinci kez savaş görüyor hayatında." The Imitation Game (film)

Amin Maalouf “Ölümcül Kimlikler” adlı kitabında İslam toplumlarının 1000 yıl önce çok daha hoşgörülü bir tavır sergilediklerini, bugünkü sözüm ona Müslümanların hallerinin İslam tarihine bakıldığında anlaşılamayacağını söylüyor ve ekliyordu: “Bu hoşgörünün yüzyıllar öncesinde kalması ne acı.”

Mazlum ol; zalim olma. Savaşın içinde daha kanıksanır gerçekler. Dışarıda kalırsan pasiflik insanı zalim gibi hissettirir. Bu nedenle daha kolaydır gidip ölmek; asıl kahramanlık kalıp sabır etmek.

Tarih o kadar insanlık ayıbıyla dolu ki, insan olmaya utanıyor bazen insan diyordum. Ama en büyük ayıp bugün burada yatıyor: haberlerde, elimizdeki gazetede, köprü altlarında, tekel bayilerinde, bazen kadın günlerinde, bazen camilerde, her evin içinde. Neden en büyük ayıp? Çünkü yanı başımızda, çünkü sorumluyuz.

Ben siyaseti, ulusal ve uluslararası güç dinamiklerini takip etmem ve bunlarla ilgilenmem. Beni ilgilendiren yegane şey insanlığın içi, ruhu, kalbi. Yine Maalouf diyordu ki, dinler toplumu etkilemez sadece, toplumlar da dini etkiler. Dini metinler dünden bugüne değişmemiş ama insanların bunu yorumlama biçimi, dolayısıyla din-toplum etkileşimi de değişmiş. Bu yüzden dönüp insana bakmak ve eğer değiştirilecekse işler, buna bireyden başlamak gerektiği kanaatindeyim.

O zaman dini yeni baştan yorumlamak ve dini bugünkü kavgalardan, vahşetten savaştan soyutlamak için uğraşmak yerine insan üzerine, insanın derini üzerine konuşmak daha yerinde olur belki.

Bizim insanımız nasıl olmalı? Nasıl olmalı ki bunca depremin çıktısı enkaz olmuş ruhlar olmasın? Bir dağın tepesine çıkıp haykırmak istiyor insan. Fakat neyi haykırmalı? Hakkı mı? Hakkını mı?

Bizim insanımız kimdir ki önce? İnsan, sadece insan, her gün yolda gördüğümüz, göremediğimiz ama yaratılmak bahşedilmiş her insan. Bizim insanımız, sadece insan.

Bizim insanımız insan olmanın verilmiş değil kazanılmış olduğunu bilmeli önce. İnsan olmanın yaratıldığımız andan başlamak suretiyle zedelenmeye başladığını ve onu her daim diri ve özlü tutabilmenin daimi bir çabayla mümkün olabileceğini iliklerine kadar idrak edip dert edinmeli.

Bizim insanımız her insan Müslüman doğar düsturundan hareketle çocuklara değer vermeli. Çocuklara öğretmeyi değil onlardan öğrenmeyi öğrenmeli. Bir dünyanın çocuklarının saflığı, dürüstlüğü, vicdanı ve masumiyeti kuşatırsa dünyayı, içlerindeki iyilik yeşertilir ve yaşatılırsa eğer, ihya olur gelecek ve dünya. Ve unutmamalı insan, bugün aciz olan çocuklarına ettiği muamele, yarın aciz yaşlılar olunduğunda kendilerine dönecek. Bu bir kehanet değil, gerçek.

Bizim insanımız Müslüman insanların arasında doğduğumuz için çok şanslıyız lafına inanmamalı. Belki de bu en büyük şanssızlığımız. Tıpkı zengin hayatların içine doğan insanların fakirlikten bihaber olması ve zenginliğin hayatın alelade hali olduğunu sanması ve kendisini şükürle tanıştırmaması gibi bugün pek çok Müslüman nasıl bir zenginliğin içerisinde olduğunun farkında değil. Arayan buluyor, aramadan bulan ise rafa kaldırıyor. Müslüman olmak bir süreç. Ve biz o süreçteyiz. Her gün yeniden Müslüman olmaya çalışıyoruz, çalışmamız lazım. 33 tane Subhanallah’ı manası hakkında fikrimiz olmadan zikrederken tesbihi bıraktığımızda hissettiğimiz iç rahatlığına hakkımız yok. 1 tane Subhanallah’ı ağzımızı doldurarak söylemeye, kalple tasdik etmeye ve belki yarım saat bunun üzerine tefekkür etmeye ihtiyacımız var. Günde 40 kere okuduğumuz(?) Fatiha’yı en az bir kere manasını düşünerek, amin’i kalbimiz titreyerek söyleyerek, duayı dua gibi dileyerek, iki namaz arasını vicdani namusumuzu dengeleyerek okumamız, yaşamamız gerek. Ah, çok gerek. Çünkü ne yazık ki bizim, kalbimiz temiz değil.

Bizim insanımız "Bugün ölebilirim, o bugün ölebilir. Bu yüzden…" ile başlayan cümleler kurmalı. İnsanların gıyabında veya yüzüne iyi şeyler söylemek için ölmesini beklememeli. İnsanlara yaşarken değer verilmeli en çok. Hayat her gün dirilirken, bugün git gide ölüyor çünkü…

Bizim insanımız kalp kırmanın da bir nevi kan dökmek olduğunu fark etmeli. Orucu sakız çiğnemenin bozup bozmayacağı üzerine değil, yalan söylemenin bozup bozmayacağı hakkında kafa yormalı. Bizim insanımızın kendi kalbi hakkında ’temiz’ olduğundan daha fazla söyleyecek sözü olmalı.

Bizim insanımız "Nasıl hissediyorsun?" diye sormalı ve nasıl hissedebildiğini anlatabilmeli. Hislerin eylemlerin sebebi ve sonucu olduğu düşünüldüğünde mutlu, üzgün, öfkeli, kırgın, utanmış, nefret dolu, sevgi dolu olduğunu kendine itiraf edebilmeli ve kendi ruhunu tanıyabilmeli ki onu düzeltebilsin de.

Bizim insanımız teşekkür etmeyi, sevdiğini söylemeyi, özür dilemeyi gurur meselesi haline getirmemeli. İlla gurur meselesi haline getirilecek şeyler varsa çocuklarına ve karısına yağdırdığı emirler, gösterdiği asık suratlar, söylediği küçük büyük yalanlar, tükürdüğü caddeler, fırlattığı çöpler, görmezden geldiği dilenciler, hakkını vermediği iş ve daha pek çok şey hakkında daha fazla düşünmeli.

Bizim insanımız ölümle ilgili sorunlarını halletmeli. Ölümle barışmalı, onu sevmeli, sevmeli. Korkmadan geleceğini bilmeli. Yaşamın içinde bize ölümü unutturanları ötelemeli. Ölmeyi istememeli. Cennette buluşmayı dilemeli. İçten, kalpten.

Bizim insanımız işini savsaklayarak geçirdiği bir günün ardından arkadaşlarıyla buluştuğunda yaptığı iki siyaset lakırdısı ile duyarlı vatandaş rolünü yerine getirdiğini düşünmemeli. Kişilerin fanatiği ya da düşmanı olarak memleketin selametini tartışmamalı, aynı masada oturan, kendisi üzerinde hakkı olan kardeşine diş bilememeli. Bilmem ne partisinin liderinden çok daha fazla kendisini ilgilendirmeli temas ettiği canların kendisi üzerindeki hakkı ve bu hak onu rahat bırakmamalı. ‘Siyaset iktidarların ego savaşı olmaktan çıkmalı’yı geçtim, kitlelerin hınç savaşına dönüşmemeli. Memleketin selameti Fenerbahçe’nin selametinden çok daha hassas ve vicdani bir mevzu.

Bizim insanımız, vicdanını hiçbir şartta rahatlatmamalı ama meselelerini nefretle halletmemeli de. Nefret, neye duyulursa duyulsun insanın önce kendisini yakıp kavuran bir ateş. Nefret ne kolay, şefkat ne zor. Selamet sekine haliyle gelir. "Ne olacak bu memleketin hali?" sorusuna sekine ile cevap verebilmeli insan: "Ne olacak biliyor musun? Eve gideceğim, aileme şefkat ve güler yüz göstereceğim. Yapabildiğim en iyi yemeği en iyi şekilde yapacağım. Üzerinden rızık kazandığım işi en iyi şekilde yapacağım. Ve çok dua edeceğim bu kocaman çarkta. Allah’ım, kelebekler senin elinde, rüzgârlar senin. Kozasından çıkan kelebeğimi hayırlı rüzgârlarda uçur. Ve en iyi şekilde yapmaya çalıştığım bu küçücük iş ile anlam kazanabilmemi nasip et." Çünkü incitmediğin karınca bile fark oluşturduğun mikro âlemin parçasıdır ey insan. Senin varlığın bir kelebek etkisidir, insan.

Bizim insanımız umutsuz olmamalı. Umutsuz olmanın Allah’ın adaletine ve her şeye muktedir olduğuna güvenmemek olduğunu bilmeli. Haşa! Allah varsa umut var, Allah varsa her şey var, ki Allah var!

Bizim insanımız 'bizim insanımız' diye başlayan kibir dolu cümleler kurmamalı. İnsan dünyayı değiştirmek istiyorsa işe kendinden başlamalı. Ben yalan söyledim. Yazımın başından beri kurduğum her cümle ruhumun çekirdeğinden bahsediyordu, doğrudan benden. Bizim insanımız yok, ben varım. Ne haddime nutuklar çekmek, ahkâm kesmek! Hayat merkezden çevreye ve ancak ben değişirsem dünya değişir, hayat değişir; ya da değişmez. Ama ben değişirsem bir şeyler değişir kesinlikle. Ve ben yukarıda bahsettiğim gibi yaşamalı, hissetmeliyim. Belki yanlıştır söylediklerim, ama dualarım bunlar ve icabet etsin Rabbim.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder