"Şiddetin altında yatan asıl duygu tatmin.
Tatmini çıkardığımızda şiddetin içi boşalır, verdiği iyi his yok olur." The
Imitation Game (film)
"Bugün yaşayan pek çok insan ikinci kez
savaş görüyor hayatında." The Imitation Game (film)
Amin Maalouf “Ölümcül Kimlikler” adlı
kitabında İslam toplumlarının 1000 yıl önce çok daha hoşgörülü bir tavır
sergilediklerini, bugünkü sözüm ona Müslümanların hallerinin İslam tarihine
bakıldığında anlaşılamayacağını söylüyor ve ekliyordu: “Bu hoşgörünün yüzyıllar
öncesinde kalması ne acı.”
Mazlum ol; zalim olma. Savaşın içinde daha
kanıksanır gerçekler. Dışarıda kalırsan pasiflik insanı zalim gibi hissettirir.
Bu nedenle daha kolaydır gidip ölmek; asıl kahramanlık kalıp sabır etmek.
Tarih o kadar insanlık ayıbıyla dolu ki,
insan olmaya utanıyor bazen insan diyordum. Ama en büyük ayıp bugün burada
yatıyor: haberlerde, elimizdeki gazetede, köprü altlarında, tekel bayilerinde,
bazen kadın günlerinde, bazen camilerde, her evin içinde. Neden en büyük ayıp?
Çünkü yanı başımızda, çünkü sorumluyuz.
Ben siyaseti, ulusal ve uluslararası güç
dinamiklerini takip etmem ve bunlarla ilgilenmem. Beni ilgilendiren yegane
şey insanlığın içi, ruhu, kalbi. Yine Maalouf diyordu ki, dinler toplumu
etkilemez sadece, toplumlar da dini etkiler. Dini metinler dünden bugüne
değişmemiş ama insanların bunu yorumlama biçimi, dolayısıyla din-toplum
etkileşimi de değişmiş. Bu yüzden dönüp insana bakmak ve eğer değiştirilecekse
işler, buna bireyden başlamak gerektiği kanaatindeyim.
O zaman dini yeni baştan yorumlamak ve
dini bugünkü kavgalardan, vahşetten savaştan soyutlamak için uğraşmak yerine
insan üzerine, insanın derini üzerine konuşmak daha yerinde olur belki.
Bizim insanımız nasıl olmalı? Nasıl olmalı
ki bunca depremin çıktısı enkaz olmuş ruhlar olmasın? Bir dağın tepesine çıkıp
haykırmak istiyor insan. Fakat neyi haykırmalı? Hakkı mı? Hakkını mı?
Bizim insanımız kimdir ki önce? İnsan,
sadece insan, her gün yolda gördüğümüz, göremediğimiz ama yaratılmak
bahşedilmiş her insan. Bizim insanımız, sadece insan.
Bizim insanımız insan olmanın verilmiş
değil kazanılmış olduğunu bilmeli önce. İnsan olmanın yaratıldığımız andan
başlamak suretiyle zedelenmeye başladığını ve onu her daim diri ve özlü
tutabilmenin daimi bir çabayla mümkün olabileceğini iliklerine kadar idrak edip
dert edinmeli.
Bizim insanımız her insan Müslüman doğar
düsturundan hareketle çocuklara değer vermeli. Çocuklara öğretmeyi değil
onlardan öğrenmeyi öğrenmeli. Bir dünyanın çocuklarının saflığı, dürüstlüğü,
vicdanı ve masumiyeti kuşatırsa dünyayı, içlerindeki iyilik yeşertilir ve
yaşatılırsa eğer, ihya olur gelecek ve dünya. Ve unutmamalı insan, bugün aciz
olan çocuklarına ettiği muamele, yarın aciz yaşlılar olunduğunda kendilerine
dönecek. Bu bir kehanet değil, gerçek.
Bizim insanımız Müslüman insanların
arasında doğduğumuz için çok şanslıyız lafına inanmamalı. Belki de bu en büyük
şanssızlığımız. Tıpkı zengin hayatların içine doğan insanların fakirlikten
bihaber olması ve zenginliğin hayatın alelade hali olduğunu sanması ve
kendisini şükürle tanıştırmaması gibi bugün pek çok Müslüman nasıl bir
zenginliğin içerisinde olduğunun farkında değil. Arayan buluyor, aramadan bulan
ise rafa kaldırıyor. Müslüman olmak bir süreç. Ve biz o süreçteyiz. Her gün
yeniden Müslüman olmaya çalışıyoruz, çalışmamız lazım. 33 tane Subhanallah’ı
manası hakkında fikrimiz olmadan zikrederken tesbihi bıraktığımızda
hissettiğimiz iç rahatlığına hakkımız yok. 1 tane Subhanallah’ı ağzımızı
doldurarak söylemeye, kalple tasdik etmeye ve belki yarım saat bunun üzerine
tefekkür etmeye ihtiyacımız var. Günde 40 kere okuduğumuz(?) Fatiha’yı en az bir
kere manasını düşünerek, amin’i kalbimiz titreyerek söyleyerek, duayı dua gibi
dileyerek, iki namaz arasını vicdani namusumuzu dengeleyerek okumamız,
yaşamamız gerek. Ah, çok gerek. Çünkü ne yazık ki bizim, kalbimiz temiz değil.
Bizim insanımız "Bugün ölebilirim, o bugün
ölebilir. Bu yüzden…" ile başlayan cümleler kurmalı. İnsanların gıyabında veya
yüzüne iyi şeyler söylemek için ölmesini beklememeli. İnsanlara yaşarken değer
verilmeli en çok. Hayat her gün dirilirken, bugün git gide ölüyor çünkü…
Bizim insanımız kalp kırmanın da bir nevi
kan dökmek olduğunu fark etmeli. Orucu sakız çiğnemenin bozup bozmayacağı
üzerine değil, yalan söylemenin bozup bozmayacağı hakkında kafa yormalı. Bizim
insanımızın kendi kalbi hakkında ’temiz’ olduğundan daha fazla söyleyecek sözü
olmalı.
Bizim insanımız "Nasıl hissediyorsun?" diye sormalı ve nasıl hissedebildiğini anlatabilmeli. Hislerin eylemlerin
sebebi ve sonucu olduğu düşünüldüğünde mutlu, üzgün, öfkeli, kırgın, utanmış,
nefret dolu, sevgi dolu olduğunu kendine itiraf edebilmeli ve kendi ruhunu
tanıyabilmeli ki onu düzeltebilsin de.
Bizim insanımız teşekkür etmeyi, sevdiğini
söylemeyi, özür dilemeyi gurur meselesi haline getirmemeli. İlla gurur meselesi
haline getirilecek şeyler varsa çocuklarına ve karısına yağdırdığı emirler,
gösterdiği asık suratlar, söylediği küçük büyük yalanlar, tükürdüğü caddeler,
fırlattığı çöpler, görmezden geldiği dilenciler, hakkını vermediği iş ve daha
pek çok şey hakkında daha fazla düşünmeli.
Bizim insanımız ölümle ilgili sorunlarını
halletmeli. Ölümle barışmalı, onu sevmeli, sevmeli. Korkmadan geleceğini
bilmeli. Yaşamın içinde bize ölümü unutturanları ötelemeli. Ölmeyi istememeli. Cennette buluşmayı dilemeli. İçten,
kalpten.
Bizim insanımız işini savsaklayarak
geçirdiği bir günün ardından arkadaşlarıyla buluştuğunda yaptığı iki siyaset
lakırdısı ile duyarlı vatandaş rolünü yerine getirdiğini düşünmemeli. Kişilerin
fanatiği ya da düşmanı olarak memleketin selametini tartışmamalı, aynı masada
oturan, kendisi üzerinde hakkı olan kardeşine diş bilememeli. Bilmem ne
partisinin liderinden çok daha fazla kendisini ilgilendirmeli temas ettiği
canların kendisi üzerindeki hakkı ve bu hak onu rahat bırakmamalı. ‘Siyaset
iktidarların ego savaşı olmaktan çıkmalı’yı geçtim, kitlelerin hınç savaşına
dönüşmemeli. Memleketin selameti Fenerbahçe’nin selametinden çok daha hassas ve
vicdani bir mevzu.
Bizim insanımız, vicdanını hiçbir şartta
rahatlatmamalı ama meselelerini nefretle halletmemeli de. Nefret, neye
duyulursa duyulsun insanın önce kendisini yakıp kavuran bir ateş. Nefret ne
kolay, şefkat ne zor. Selamet sekine haliyle gelir. "Ne olacak bu memleketin
hali?" sorusuna sekine ile cevap verebilmeli insan: "Ne olacak biliyor musun? Eve
gideceğim, aileme şefkat ve güler yüz göstereceğim. Yapabildiğim en iyi yemeği
en iyi şekilde yapacağım. Üzerinden rızık kazandığım işi en iyi şekilde
yapacağım. Ve çok dua edeceğim bu kocaman çarkta. Allah’ım, kelebekler senin elinde,
rüzgârlar senin. Kozasından çıkan kelebeğimi hayırlı rüzgârlarda uçur. Ve en
iyi şekilde yapmaya çalıştığım bu küçücük iş ile anlam kazanabilmemi nasip et." Çünkü incitmediğin karınca bile fark oluşturduğun mikro âlemin parçasıdır ey
insan. Senin varlığın bir kelebek etkisidir, insan.
Bizim insanımız umutsuz olmamalı. Umutsuz
olmanın Allah’ın adaletine ve her şeye muktedir olduğuna güvenmemek olduğunu
bilmeli. Haşa! Allah varsa umut var, Allah varsa her şey var, ki Allah var!
Bizim insanımız 'bizim insanımız' diye
başlayan kibir dolu cümleler kurmamalı. İnsan dünyayı değiştirmek istiyorsa işe
kendinden başlamalı. Ben yalan söyledim. Yazımın başından beri kurduğum her
cümle ruhumun çekirdeğinden bahsediyordu, doğrudan benden. Bizim insanımız yok,
ben varım. Ne haddime nutuklar çekmek, ahkâm kesmek! Hayat merkezden çevreye ve
ancak ben değişirsem dünya değişir, hayat değişir; ya da değişmez. Ama ben
değişirsem bir şeyler değişir kesinlikle. Ve ben yukarıda bahsettiğim gibi
yaşamalı, hissetmeliyim. Belki yanlıştır söylediklerim, ama dualarım bunlar ve
icabet etsin Rabbim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder