20 Aralık 2011 Salı

Hayvan Çiftliği (George Orwell)

George Orwell tarafından yazılan Hayvan Çiftliği okundu. Etkilenildi. Aslında bu çok yavan bir yorum oldu. Ama benim bu yorumum kadar kısa ve net bir eser bu. Sanırım beni çarpan da bu oldu.


Kitap aşağı yukarı 150 sayfadan oluşmasına rağmen o kadar dolu ki.  İnsanlığın serüveni çırılçıplak seriliyor gözünüzün önüne, hem de hayvanların öyküsüyle. Metaforları severim, bütün bir insanlık hayvanlar üzerinden ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi.

Şöyle ki, kitabın sonunda soruyorsunuz kendinize: Acaba ben hangi hayvanım. Beğenilenler ve beğenilmeyenler şöyle bir diziliyor kenara; hepsi ayrı kulvarlarda, sıra sıra... Elbette beğenilmeyenleri yakıştıramıyorsunuz kendinize; koyun kadar bağnaz, köpek kadar dalkavuk, domuz kadar aşağılık olmak istemiyorsunuz. Ama dürüst olduğunuzda, beğenilenler arasında çok fazla yer bulamıyorsunuz kendinize.

Şaşırıyorsunuz da ayrıca. 1945'te yazılan bir kitap, geleceği nasıl bu kadar detaylı ve isabetli bir şekilde öngörebilir diye soruyorsunuz kendinize. Sonra bir çıkarım yapıyorsunuz: zaman önemli değil, insan hep aynı insan, farklılık diye görüp yorumladığımız şey aslında sadece insan dediğimiz yaratığın konum değişikliği. Biz değil, içinde dolaştığımız odalar değişiyor, badanası, kokusu, rengi eşyaları değişiyor. Ama içindeki bütün zayıflığıyla, bütün zaaflarıyla, bütün eksikliğiyle, bencilliğiyle, cahilliğiyle, körlüğüyle hep o bildiğimiz insan.
İnsan; hep insan.

Siyah ya  da beyaz ol; ama asla gri olma.

İşte burada, ne kadar gri olduğunuzu sorguluyorsunuz. Toplumun, sistemin, bütün baskı gruplarının siz farkında bile olmadan sizi nasıl sindirdiğini. Ne kadar ürkek olduğunuzu, huzurlu olabilmek için süşünmekten, eleştirmekten, yorumlamaktan  ve değerlendirmekten ne kadar kaçtığınızı görüyorsunuz. Size ait olan tek bir düşünce ya da kendisine sıkı sıkı sarılabileceğiniz tek bir fikir var mı yok mu bunu soruyorsunuz kendinize.
Allah aşkına, gerçekten bir kişiliğimiz var mı bizim? Aklımız, hislerimiz, içimiz, dışımız, aşkımız, sevgimiz bize mi ait gerçekten?
Cevabı göründüğü kadar basit verilmiyor...

Eğer bir kitabı bitirdikten sonra 10 dakika hipnotize olmuş gibi sabit bir yere bakıyor ve okuduklarınız hakkında düşünüyorsanız...

Okumuşsunuz demektir. Bir şeyler olmuş demektir. Hala düşünüyorsunuz demektir. Sizde iş bitmemiş demektir. Kitap iyi pişmiş; yazar amacına ulaşmış demektir. Aferin demektir.

Eğer hayatınızda hiçbir değişme, gelişme, taşlarda oynama, küçücük bir düzelme ya da hayattaki herhangi bir detayda okuduklarınızdan izler bulmuyorsanız...

Okumaya devam et, koyun olma, geri dönme, pes etme demektir.

Bak şimdi, neden hep “siz”li konuştum ki ben? Yanlış anlaşılmasın, bu benim kendimden çıkıp (çıkmaya çalışıp) kendime çektiğim bir nutuk aslında. Lazım. Lazım da işte, ne kadar yapıyoruz ki bunu. Hani biz insanız ya, hep kendine göre haklı olanlardan. Son sürüm biziz ya, kendi çadırımızda sessizce yaşayanlardan. Arada bir hatırlamak iyi oluyor. Belki bir gün işe yarar bu iç ses. Belki şöyle bir silkiniriz. Belki kendimizi mutlak haklı ve karar mekanizması olarak algılamaktan vazgeçeriz.

Fransa’da domuzlara Napoleon ismi vermek yasakmış! Bu yasağı biliyordum ama şimdi daha iyi anlamlandırabiliyorum bu kitabı okuduktan sonra. Hmm. Daha fazla yorum yok.

Ha evet, bir de bu vardı. George amcaya hayran kaldım bu yüzden. “Vay be! İyi cesaret bunları yazabilmek, öyle bir dönemde, bu kadar açık seçik...” dedim kendi kendime.

Bazen düşünüyorum da, bugün ihtiyaç duyulan çoğu meziyetin soyu tükenmiş gibi. Çok mu cesaret ve azim israf edilmiş zamanında acaba? Ne bileyim, yunusların, pandaların soyu tükendi tükenecek diyoruz da; ya çoktan kaybettiklerimiz? Çoktan yitip gidenler? Özümüzden, iliğimizden, süzüle süzüle, ince ince akıp gidenler? Hayvanseverler çullanmasın da üstüme, bana öyle geliyor ki, bu dünya pandasız da dönmeye devam eder ama biz bu kurak ruhlarla çok uzun süre dayanamayız.

Susadım ben.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder